11 Eylül 2008 Perşembe

SON 17 ocak 2008

Arkadaşlar,

360 artık miadını doldurmuştur bana göre... Tuhaf tuhaf insanlardan gelen ve hiç de masum olmayan mesajlardan bunaldım valla.

Bundan böyle http://durbircaykoyayim.blogspot.com adresindeyim. Ve açıkçası, buradaki bütün arkadaşlarımın da oraya geçmesini çok isterim... tek yapmanız gereken bir gmail adresi almak. toplu halde geçersek bize kimse bişi yapamaz orada:) www.blogger.com adresine girip gereken işlemleri yapmanız 5 dakika filan sürüyor, ne olur üşenmeyin de gelin benimle... ya da en azından yukarıdaki adresten takip edin, yorumlar yazın filan... hem var ya, blog isminize siz karar veriyorsunuz, bu da çok eğlenceli birşey zannımca.

neyse, ben gidiyorum.

hoççakalıım

İSTANBUL GAZİSİ 9 ocak 2008

Aslında sakız gibi uzadıkça uzayan çeviriye devam etmem gerekiyor. Ama bir mola verdiğimde iki şeyi dank etti kafama: 1. mola vermek tüm dikkati dağıtıyor 2. blog yazmayı özlemişim. Nasıl olsa dikkatim dağıldı, e hadi blogu da yazayım dedim hemen. Buna mantıkta birşey denirdi, birinci önerge (var mı böyle bir kelime?) ikinci önergenin nedeni, ya da ikincisi birincinin sonucu ya da birbirleriyle pek alakalılar, veya kıl olurlar birbirlerine, ya da en iyisi susayım.

İstanbul tatili kimseye tatil olamadı pek; ne deliler gibi yemek yapan anneme, ne gezecek çok yer bulamayan çocuklara, ne de koca bilgisayarını çalışmak üzere taa oralara taşıyan bana... Ama bir şekilde iyi geldi işte, hava değişimi, yatak değişimi, tatsız tuzsuz yemeklerden şahane yemeklere terfi, İstanbuldaki 15 yıllık evimizle vedalaşma turları, facebooktan bulunan eski arkadaşlarla orada burada buluşmalar, işverenimle tanışma, çok sevdiğim birkaç arkadaşa gitme, vs... Değişmeyen birkaç şey vardı: her seferinde aman da aman çocukları şimdi kimbilir hangi müze, park, saraya götüreceğim diye gidilen İstanbulda sadece vapur gezisi, Maltepe sahilinde yürüyüş ve Moda parkında 1-2 saatle yetinmek, aynısı ve daha güzelleri Ankarada da varken, İstanbuldaki Migros, Carrefour, Koton, Beta gibi muhtelif mağazalara görsel hücum (lüften dokanmayınız, hele almaya kalkmayınız uyarılarını düstur edindim), İkea manyaklığı, vs vs...

- Bir ilk okul arkadaşım taa Pendiklerden geldi beni 5 dakika görmeye. Ay çok hoştu, beni görünce de gözleri doldu. Ne tuhaf bir his ya, ben böyle şeyleri ancak olay bittikten birkaç gün sonra idrak edebiliyorum. Biraz haksızlık oldu, sanki ben de ağlamalıymışım gibi hissettim ama tanıyorum ben kendimi, sulugözlülüğüm bile idraka bağlı. Mesela şimdi sorun, gözlerim parlar hemen Şennur deyince...

- Evimizden ayrılırken de üzülmem gerektiğini hissettim. Ama sadece his işte, denedim denedim bir türlü üzülemedim... O eve taşındığımızda üniversiteye yeni girmiştim, hem saçlarım filan daha gürdü, öyle kırk takla atmam gerekmiyordu şekle girsin diye. Ferhat ve Serdar o evdeydi hala, kimse evli değildi annem ve babamdan başka, ve evi dağıtmaya daha müsamalıydı annem. Ne diyeyim, bende evlere, döşemelere, balkonlara bağlanma hissi yok deme ki...

- Bir bilgisayar masanız yoksa, hadi onu geçtim, her hangi bir masanız yoksa, seyahatlerinizde asla ama asla yanınıza devasa bilgisayarınızı almayınız, bel ağrısı yapıyor... Bendeniz 10 gün boyunca, bir zigona yerleştirilmiş bir ekrana bakmak, ve yerde hali üzerinde oturmak suretiyle çeviri yapmaya çalıştım. Ben oturdum, ayaklarım kalktı, ben okudum ellerim kaçtı vallahi de...

- Ankaradan yakın arkadaşla İstanbulda buluşmak da matrak. Gerçi bizimkisi biraz kısa ve ani oldu ama olsun, yapamadığımız ama yapabileceklerimizi hayal etmek bile eğlenceliydi; gidemediğimiz deniz kıyısını, içemediğimiz biraları, denemediğimiz ayakkabıları düşünmek bana yetti.

Bu kadar mola yeter ay, bi dahaki molaya dek hoççakalın aligatörler

GEÇMİŞE GÖZ KULAK OLMALI 26 OCAK 2008

Çağlacım televizyonda Hepsi 1'i izliyor. Bilenler için yapabileceğim birşey yok artık, ama bilmeyenleri uyarayım: çocuklarınızı, ve özellikle kızlarınızı Hepsi fırtınasından koruyunuz, kapı, pencere, göz kulak kapayınız, gerekirse yoga yaptırınız... Yeter ki bulaştırmayınız bebelerinizi bu dört kıza. Hayır, aslında pek bir gıcıklığım yok onlara karşı, ama dizilerinde öÖyle fena oynuyorlar ki, onlar adına utanıyorum kimi zaman. Kimbilir onlar kendilerini izlerken ne düşünüyorlar.

Annem salondaki televizyonda bilmem ki ne izlemekte. Çağlayı bizim odaya kışkışladığına göre yine epey gereksiz bir diziye bakıyordur. Babam ve kardeşim de, nasıl karar verdiler bir anda bilmiyorum ama, babaannemin vasiyet niyetine bıraktığı yüzlerce mektup ve fotoğrafa bakıyor. Sanırım Ferhat bir kısmını Almanyaya götürüp aile tarihimizle ilgili bilgi toplayacak. Of ya, neler var neler mektuplarda. 1927 yılına ait bir tanesi mesela; dedem tarafından nişanlısı babaanneme, hem de Türk harfleriyle yazılmış. Çok esprili, uzun ve sevgi dolu. Ben dedemi hiç tanımadım. Daha babamlar gençken vefat etmiş ne yazık ki... Çok merak ediyorum onu, ama açık renk teni ve muzip bakışları dışında hiç bir şey bilmiyorum hakkında. Derler ki, baba tarafımızın o espri sever hali hep dedem sayesindeymiş... Babaannemi ise 2001'de kaybettim. Çok hoş bir kadındı; uzun süre önce gözleri görmeyi, kulakları duymayı reddetmişti, ama o eline aldığı gazeteyi gözünün ucuna yaklaştırarak okumaya, televizyona kulaklık takarak seyredemediği şeyleri en azından dinlemeye çalışırdı. Bize hep okumamızı salık verirdi, ne bulursak okumamızı. Elimde okuyacak birşey (restoran broşürleri, faturalar, eski günlükler vs) olmadan tuvalete dahi gidememem belki de bu yüzden.

Mektuplar arasında bir sürpriz bekliyordu beni: 99 yılında Japonyadan babaanneme yazdığım bir mektup, o da ikinci sayfası sadece... taa oralardan herhangi birine mektup yazdığımı bile hatırlamıyorum oysa ki. ne güzel, babaannem kimbilir ne sevinmiştir. iyi ki kedi olalı bir fare tutmuşum da mektup atmayı akıl edebilmişim o her daim kendimi küçük hissettiğim Japonyadan...

Velhasılı kelam, kimse kazık çakmıyor bu dünyaya, ama böyle sonsuza dek yaşayacağını sanırken filan insan pek güzel şeyler yaratıp bırakıyor kazığını sökenlere... Diyeceğim şu ki, artık mektup yazmak zulüm olduysa, siz de e-postalarınızı saklayın biryerlerde. Torun torba okumazsa siz okursunuz arada.

ELMA DERSEM ÇIK 25 ocak 2008

Yarebbim nasıl bir dilek dilediysem işin ardı arkası kesilmiyor, biri bitmeden diğeri geliyor vallahi de... Yani öyle bir dilek tutması yaşıyorum ki, sanki ne istesem olacakmış gibi hissediyorum. Ah, ne güven verici bir his...

İstanbuldayım ben. Kayanın, artık yeter ya biraz da gez, diyeceği kadar da çalıştım hem. Yani kocama da bunu dedirtebildim ya, süper hiper bir taktikçi olabilirmişim. Sen bütün yıllar boyunca dur dur, ne eve para getir, ne de eli boş geldiğin eve bak, sonra günün birinde şans kapıyı tıklatınca 1 ay çalışıver ve kocan sana pek bir acısın. Amma da akıllıymışım ben yav.

İstanbul'da kaybolmak çok kolay. Sanki kaybolalım diye varolmuş bu şehir. Yani şahsen burada bulunduğum zamanın yüzde 80'ini kaybolmakla geçirdiğimi söyleyebilirim rahatlıkla. Hiç zorlanmadım üstelik. Kendimi bu şehrin çarpuk çurpuklukta Ankara ile yarışan yollarına bırakmam yetti (bkz. başkasına bok atmak). Oooouuoo (anlaşıldı mı hangi ünlemi kullandığım?), nerelere gitmek isteyip de nerelere vardım bir bilseniz... Hiç alakası yokken mesela, ve hedef arkadaşımın Halkalıdaki eviyken üstelik, bir sabah gişelerden girip Avcılara ulaştım. Oradaki gişelere para ödeyip çıkışımı yaptıktan sonra tekrar İstanbula döndüm. Bitti mi? Bitmedi. Hedefe hemen ulaşmak çok can sıkıcı be üstadım, ben biraz daha sürüneyim bari diyerek bir mobilya sitesinin (MORPA mı MOPET mi MELON mu ne) önünde buldum kendimi. Bunun üzerine yol sorduğum 8 çeşit insan da "hö?" "haaaaa?" "buyır?" şeklinde 8 farklı ifadeyle karşılık verince ağlama kıvamına gelerek sabah varmam gereken yere öğleden sonra vardım. Olsun, zaman değil varılan hedef önemlidir (oldu canım).

Bitmedi. Arkadaşımdan dönüşte kardeşime gitmem icap etti. İcapçılık kötü birşey, hemen yerine getirmezsen darılır. Akşamın o vakti, radyoda lounge müziği çalarken, ve bütün ama bütün yön-yer levhaları son anda karşıma çıkarken, üstelik daha evden itibaren 2. sapakta yolumu şaşırmışken, nasıl olur da 1 saat yerine 15 dakikada hedefe ulaşmam beklenebilir ki benden? Benden hem de. Safi İstanbul şaşkını, Kezban ötesi, yani neredeyse içkisine ilacı kendi koyan tavuk karası arkadaştan... Kimbilir ne hayaller kuruyorum yollarda da sapakları kaçırıyorum. Hayır, hatırlasam şu hayalleri gam yemem, arabadan inerken tek aklımda kalan kilometre ibresi oluyor, Oha lan daha dün almıştım benzini, hemen nasıl 160 km yaptım ben, demek için mesela...

Vakti zamanında, yani yani 2 sene önce bir yaz vakti, Kayacığımı İzmirden otobüse bindirip Kuşadasına doğru yola çıkmıştım da, git git bitmez otoban sonunda gişelere kavuştuğunda hayatımın cümlesini kurmuştu gişe memuru: "Abla sen Kuşadasına gitmek istiyorsun ama, bundan ötesi Yunanistan"... Meğer Çeşme yoluna sapmışım, üstelik Çeşme sapağını geçerken, anaaa burada eskiden Çeşme yoktu, nası yani, acaba yeni yol mu açtılar, diye epey bir düşünmüştüm. Söylemem gereksiz: İzmirden öğlen gibi çıkmış Kuşadasına gece onbir buçukta varmıştım. O günden beri ailemden kimsecikler ben geciktiğimde meraklanmaz...

Yani diyeceğim o ki, alışığım. Kaybolmaya, hayallere dalmaya, hiç görmediğim yolları geçerken panik yapmamaya, arabada yedek yiyecek bulundurmaya, kaçırdığım sapaklar için küfretmemeye... Ben alışığım da, çocuklara henüz normal gelmiyor bu durumum. "Anne bir kere de kaybolmadan gidelim" dedi Sinan geçende. Çocuk işte:))

KUPÜR KUPÜR MUTLULUK 4 ocak 2008

Geçen gün Vatan gazetesi büyük bir hizmette bulunup "2008'de mutluluğun 8 kuralı" diye bir haber yayınladı. Hoş, arka sayfada küçücük bir haberdi, ve bu yüzden millete ettikleri iyiliğin pek de farkında değiller dedirtti bana ama olsun, alacak olan alır, olacak olan da olur, hele ki mutlu olmanın sırlarını bir gazete köşesinde arayanlar gazete kupürünü yastığının altına çoktaan koymuştur...

Neden 8 kural, bu kurallar her yılla birlikte artacak mı, 50 yıl sonra kural bulmakta amma zorlanacaklar diye diye okudum haberi. Ve yemedim içmedim kendi hayatıma uyguladım, sanki öutlu olup olmadığımı anlayamayacak denli bilinçsiz biriymişim gibi:

1. Kendinizi çıkmazda hissettiğinizde 10 dakikayı kendinize ayırın. Sahip olduklarınıza şükredin. Bendeniz 24 saatimin yaklaşık 20 saatini zaten kendime ayırmış bulunuyorum. Bu durumda mutluluktan bayılmış ve etrafımdakileri bezdirmiş olmalıyım. Tüm sinirli hallerim, aceleci tavırlarım, yorgunluğum bundan: fazlasıyla mutluyum:) Hem gece yatarken de, sabah kalkarken de, tuvaletteyken veya tepeleme bulaşığı yıkarken de şükretmekten imanım gevredi. Demek ki fazlası zararmış.

2. Basit yaşayın. Günde en az 1 saat cebinizi kapatın. Cebimi kapamama genelde gerek olmuyor çünkü zaten gün içinde en fazla 3 dakika kullanıyorum aleti. O 3 dakika için de henüz nereden kapandığını bile bilmediğim yeni telefonumla harbe girmeye gerek görmüyorum, hayır mutluluğum bozulur o bakımdan. Hem benim kadar basit yaşayanına da zor rastlanır şu dönemde. Yemekti, düzendi, kişisel bakımdı, hiç birini doğru düzgün yapmayacak denli bir basitlik içindeyim. Bırakın gündüz orayı burayı gezmeyi, evden dışarı adım atmak bile zul geliyor, hani maazallah sahip olduğum mutluluk attığım adımlardan ezilir filan...

3. Çok alışveriş yapmayın. Kendinize "buna gerçekten ihtiyacım var mı" diye sorun. Aha, işte benim farkına varmadan kendime yaptığım bir iyilik daha. Alışverişe olan gıcıklığım öyle bir raddeye vardı ki "buna gerçekten ihtiyacım yok mu? belki de almam lazım" diye kendimi motive aşamasına gelmiş bulunmaktayım. Misal, 2 yıldır siyah bir hırkaya ihtiyacım var, ama el gitmiyor işte cebe. Mutluyum mutluuuu!

4. Spor yapın. Dışarı yürüyüşe çıkın. Terleyin. Ne spor yaparım ne yürüyüş, amma her Türk annesi ve ev kadını gibi sabahtan akşama beni terletecek bin tane görevle meşgulüm. Yani hani basit yaşamayı önerip de terleyin diyen zihniyete de buradan selam iletmek isterim.

5. Bulmaca çözün. Bir hobi bulun ya da yeni bir dil öğrenin. Ya bu haber beni feyz alarak hazırlanmış sanki. Bulmaca, tuvaletlerimizin en baş köşesinde yerini almakta, hobi fazlalığından böö gelmekte ve yeni dile ne hacet, öyle bir dil öğrenmişim ki 10 senedir çalış çalış bitmemekte. Ayh, bu kurallar bana bir beden ufak geliyoooor.

6. Kendinize gerçekçi hedefler koyun. gelecek ay 4 kilo vereceğim. Fransızca öğreneceğim gibi. Gazetenin verdiği örnekler başkalarına kalsın, ben gayet de gerçekçi hedeflerle boğuşuyorum: az para harcayıp ayın sonunu getireceğim, kreşten istenen faaliyetleri unutmayacağım, pörtlemiş çorapları yamalayacağım, ütümü zamanında yapacağım, tırnaklarımı haftaya keseceğim gibi...

7. Ya evinizi işinizin yakınına taşıyı ya da evinizin yakınında bir iş bulun. İşte en çok bunu sevdim. Yani yani bu konuda benden mutlusu olamaz: evim işyerim, işyerim evim. canım işyerim, evim hayatım. oohhh, pek mutluyum, ben çeviri yaparken çocuklar bas bas bağırsa da, sürekli telefonla, zille ve çocuk sorusuyla işim bölünse de, mutfaktan gelen yanık kokusu, salondan gelen televizyon sesi, halıda yürürken ayağıma gelen kırıntılar kafayı yedirtse de, işim evimin içinde, çok mutluyum çooook...

8. Bayramlarda ya da özel günlerde ailenizi ve arkadaşlarınızı arayın. Biz ailecek, deliye hergün bayram lafını destur alıp sadece özel gün bayram filan değil, her boş vakitte, hatta hiç dert değil, yoğunluktan imanımızın gevrediği zamanlarda bile aile büyüklerimizle görüşüyoruz zaten. Yani kardeşim burasi Türkiye, hem de göbeği Ankara. ne sanıyordunuz, burada herkesler aile büyükleri ile istese de istemese de muhatap oluyor zaten, üstüne bayramlarda el ensede ense omuzda vıcık vıcık mutluluğu yaşadığı yanına kar kalıyor.

Yani arkadaşlar, haberi okuduğumdan beri yatıyorum kalkıyorum mutluyum mutlu diye şarkılar söylüyorum. Gazeteye kalsa fazla mutluluktan zehirlenmiş olmam lazım şimdiye. Sadece bunu idrak etmekte biraz zorlanıyorum.

KUPÜR KUPÜR MUTLULUK 4 ocak 2008

Geçen gün Vatan gazetesi büyük bir hizmette bulunup "2008'de mutluluğun 8 kuralı" diye bir haber yayınladı. Hoş, arka sayfada küçücük bir haberdi, ve bu yüzden millete ettikleri iyiliğin pek de farkında değiller dedirtti bana ama olsun, alacak olan alır, olacak olan da olur, hele ki mutlu olmanın sırlarını bir gazete köşesinde arayanlar gazete kupürünü yastığının altına çoktaan koymuştur...

Neden 8 kural, bu kurallar her yılla birlikte artacak mı, 50 yıl sonra kural bulmakta amma zorlanacaklar diye diye okudum haberi. Ve yemedim içmedim kendi hayatıma uyguladım, sanki öutlu olup olmadığımı anlayamayacak denli bilinçsiz biriymişim gibi:

1. Kendinizi çıkmazda hissettiğinizde 10 dakikayı kendinize ayırın. Sahip olduklarınıza şükredin. Bendeniz 24 saatimin yaklaşık 20 saatini zaten kendime ayırmış bulunuyorum. Bu durumda mutluluktan bayılmış ve etrafımdakileri bezdirmiş olmalıyım. Tüm sinirli hallerim, aceleci tavırlarım, yorgunluğum bundan: fazlasıyla mutluyum:) Hem gece yatarken de, sabah kalkarken de, tuvaletteyken veya tepeleme bulaşığı yıkarken de şükretmekten imanım gevredi. Demek ki fazlası zararmış.

2. Basit yaşayın. Günde en az 1 saat cebinizi kapatın. Cebimi kapamama genelde gerek olmuyor çünkü zaten gün içinde en fazla 3 dakika kullanıyorum aleti. O 3 dakika için de henüz nereden kapandığını bile bilmediğim yeni telefonumla harbe girmeye gerek görmüyorum, hayır mutluluğum bozulur o bakımdan. Hem benim kadar basit yaşayanına da zor rastlanır şu dönemde. Yemekti, düzendi, kişisel bakımdı, hiç birini doğru düzgün yapmayacak denli bir basitlik içindeyim. Bırakın gündüz orayı burayı gezmeyi, evden dışarı adım atmak bile zul geliyor, hani maazallah sahip olduğum mutluluk attığım adımlardan ezilir filan...

3. Çok alışveriş yapmayın. Kendinize "buna gerçekten ihtiyacım var mı" diye sorun. Aha, işte benim farkına varmadan kendime yaptığım bir iyilik daha. Alışverişe olan gıcıklığım öyle bir raddeye vardı ki "buna gerçekten ihtiyacım yok mu? belki de almam lazım" diye kendimi motive aşamasına gelmiş bulunmaktayım. Misal, 2 yıldır siyah bir hırkaya ihtiyacım var, ama el gitmiyor işte cebe. Mutluyum mutluuuu!

4. Spor yapın. Dışarı yürüyüşe çıkın. Terleyin. Ne spor yaparım ne yürüyüş, amma her Türk annesi ve ev kadını gibi sabahtan akşama beni terletecek bin tane görevle meşgulüm. Yani hani basit yaşamayı önerip de terleyin diyen zihniyete de buradan selam iletmek isterim.

5. Bulmaca çözün. Bir hobi bulun ya da yeni bir dil öğrenin. Ya bu haber beni feyz alarak hazırlanmış sanki. Bulmaca, tuvaletlerimizin en baş köşesinde yerini almakta, hobi fazlalığından böö gelmekte ve yeni dile ne hacet, öyle bir dil öğrenmişim ki 10 senedir çalış çalış bitmemekte. Ayh, bu kurallar bana bir beden ufak geliyoooor.

6. Kendinize gerçekçi hedefler koyun. gelecek ay 4 kilo vereceğim. Fransızca öğreneceğim gibi. Gazetenin verdiği örnekler başkalarına kalsın, ben gayet de gerçekçi hedeflerle boğuşuyorum: az para harcayıp ayın sonunu getireceğim, kreşten istenen faaliyetleri unutmayacağım, pörtlemiş çorapları yamalayacağım, ütümü zamanında yapacağım, tırnaklarımı haftaya keseceğim gibi...

7. Ya evinizi işinizin yakınına taşıyı ya da evinizin yakınında bir iş bulun. İşte en çok bunu sevdim. Yani yani bu konuda benden mutlusu olamaz: evim işyerim, işyerim evim. canım işyerim, evim hayatım. oohhh, pek mutluyum, ben çeviri yaparken çocuklar bas bas bağırsa da, sürekli telefonla, zille ve çocuk sorusuyla işim bölünse de, mutfaktan gelen yanık kokusu, salondan gelen televizyon sesi, halıda yürürken ayağıma gelen kırıntılar kafayı yedirtse de, işim evimin içinde, çok mutluyum çooook...

8. Bayramlarda ya da özel günlerde ailenizi ve arkadaşlarınızı arayın. Biz ailecek, deliye hergün bayram lafını destur alıp sadece özel gün bayram filan değil, her boş vakitte, hatta hiç dert değil, yoğunluktan imanımızın gevrediği zamanlarda bile aile büyüklerimizle görüşüyoruz zaten. Yani kardeşim burasi Türkiye, hem de göbeği Ankara. ne sanıyordunuz, burada herkesler aile büyükleri ile istese de istemese de muhatap oluyor zaten, üstüne bayramlarda el ensede ense omuzda vıcık vıcık mutluluğu yaşadığı yanına kar kalıyor.

Yani arkadaşlar, haberi okuduğumdan beri yatıyorum kalkıyorum mutluyum mutlu diye şarkılar söylüyorum. Gazeteye kalsa fazla mutluluktan zehirlenmiş olmam lazım şimdiye. Sadece bunu idrak etmekte biraz zorlanıyorum.

GÜLE GÜLE SANA GÜLE GÜLEEE 27 aralık 2007

Yilin sonu geldi. Eh bir yilsonu degerlendirmesini hakketti bu blog, di mi ama? Blogun hakki bloga diyerek 2007'nin kisa ve sahsi bir ozetini gececegim musaadenizle;

- Ben gecen senenin bu gunlerini hayret ki net hatirliyorum. Bir vergi iadesi telasi almis basini gidiyordu. sirf benim ve Kayanin degil, Suha ve Cananin da fisleri arasinda kaybolmus ve (sıkı durun burasi cok tanidik) basimi kasiyacak zaman bulamamistim. Eh, o gunlerden baslayacak olursak, gelecek senemin cok daha verimli ve basarili gececegini tahmin ediyorum...

- Gecen sene sadece ve sadece kendi kendime ceviri yaparak ve gunun birinde muthis, saygi duyulasi, okundukca okunasi, gozleri kitap okumak ve bilgisayara bakmaktan sasi bakan bir cevirmen olmayi hayal ediyor ve buna engel olan herbirseylere kufur savuruyordum. Bu sene bu derin dileklerime biraz daha yaklastigimi hissettim,cunku artik kufur etmiyorum. Ayipmis kufur etmek, tersine herseyi sevmek gerekmis. Kiskancliktan catlasan da sevmeliymissin digerlerinin basarisini.

- Evimiz ayni ev, fekat L koltugumuz bize sevimli sevimli siritiyor salondan. eve baska da yenice birsey almadim bu sene. sadece camasir sepeti, cicek, birkac tabak canak gibi ufak tefek. bence bu buyuk bir basari. cunku aslina bakarsaniz ben onca satin alma hevesine ragmen sade olmaya cabalayan, evden atilan her parca esya icin zil takip oynamaya hevesli, kafasi karisik bir zatim. kafam karisik cunku bazen kantarin topuzunu kacirip bize lazim olan seyleri de "gozum gormesin seni, mendebuuur" diye gidecekler torbasina atabiliyorum. sonra da aaa, benim bir aynam vardi nereye koydum kimbilir, Kaya sen mi verdin birilerine aynami yaa, diye uste cikabiliyorum.

- cocuklar buyudukca buyuyorlar kardesim. biz bunlari aldigimizda bu kadar yemek yiyecekleri, bu kadar kapris yapacaklari ve boylesine gurultulu olacaklari soylenmedi valla. hem dilleri pabuc gibi hem de gozlerinden birsey kacmiyor. bir de birsey ogrendim gecende, soz verdigim seyleri onlar unutsa bile yerine getirmeliymisim. hah, oldu canim, bir sen eksiktin... bu sene cocuklar acisindan hem iyi hem kotu gecti aslinda. iyiydi cunku akillandilar ve onlarla sohbet etmek hic bu kadar zevkli olmamsti. kotuydu cunku bagirdigi zaman annelerinin ne menem cazgir oldugunu ogrendiler.

- Kaya ve isleri icin cok da iyi bir sene degildi acikcasi. cok uzun sure durgun ve verimsiz gecen is saatlerinden sonra, verdi bir karar ve kapatti poliklinigi. onun birseyleri bitirmede bu kadar inatci olacagini bilmiyordum ve bize anlattigindan cok daha fazla uzuntu duydugunu tahmin edebiliyorum.

- Gecen seneye oranla daha fazla kitap okudum, o bir gercek. ve yine gecen seneye oranla cok cok daha az tv izledim. bu da fevkalade sevindirici bir gidisat. ama bunda benim payim pek yok, sanirim cnbce'nin bu seneki dizi secimindeki basarisizlik asil neden. bir de kendimi harbi takdir ettim; orada burada yorumlarini okudugum, dinledigim tv dizileri, yarismalari filan hiic ilgimi cekmemis.

gec kaldim yarim birakiyoruuum