6 Şubat 2009 Cuma

Durum Raporum: Pekiyi

Konfordan döndüm. Ye-İç-Yat'ı terk ettim. Önüme konan hazır yemeği, yıkanıp ütülenen mis gibi çamaşırı ardımda bıraktım. Banyo için elektrikli şofbenin beklenmediği, çocuklar ne yiyecek, kaçta yatacak derdinin uğramadığı, gecenin bir yarısına kadar kahkahaların yankılandığı ana evinden çıktıktan 3 saat sonra evime vardım. Ankaraya döndüm.

İzmir tatilim kısa ama dolu dolu geçti. Görmem gereken herkesi gördüm, çünkü İzmir ufaktı ve bizim sülaleye yarı yıl tatili uğramamıştı. Anne ve baba tarafımın her birinin 6şar kardeş ve bilimum kuzenlerden oluştuğunu düşünürsek, sülale dışına çıkmam kimseye hayırlı olmazdı zaten. Baba tarafımdan 2 hala, 3 kuzen gördüm, anne tarafımdansa saymaya üşeneceğim kadar çok kişi. Her biri ayrı lezzette ve tatta. Büyük ailelerde yaşam eğlencelidir, her kafadan bir ses çıkar, kahkaha ve kavga eksik olmaz, hani bir elin nesi varla başlayan atasözü nerede çoklukla başlayan atasözü ile dans eder her an. Ben severim büyük aile olmayı, iki çocukla yetinmiş olsam da büyükanne ve dedelerime eline sağlık demesini de bilirim böyle zamanlarda.

İzmire vardığımda annemin evinde 7 kişi kalıyordu, biz sayıyı tümledik gelişimizle. Uçağın varış saatinin Yaprak Dökümüne denk gelmesiyse annemi ve evdeki hala ve teyzeleri az da olsa kızdırmıştı. Bir daha bilet alırken dizi akışlarını dikkate almam gerektiğini hissettim. İzmirde 2 teyzem yaşıyor benim: Yıldız ve Ayhan. Yıldız Teyzem bu kez baya bir yoğundu, evinde büyükten küçüğe herkesin abla dediği 90yaşlarında bir aile büyüğümüz vardı (Emine Abla), hasta ve bakıma muhtaç. Yıldız Teyzem tam da kendine yakışan bir davranışla ona evinde bakmaya başladı bir kaç aydır. Bakmayın, teyzem yetmişine merdiven dayamış, kendini zor hareket ettiriyor, ama vicdan derseniz henüz 20lerinde, taptaze... Yıldızın evindeki tek misafir elbette Emine Abla değildi, rahmetli Çiçek Teyzemin kızı (Gülşah) ve torunu da bir süredir onlarla yaşıyor. Aslında o kadar uzun bir hikaye ki onların orada kalması, neresinden başlasam yarım kalır. Ayhan Teyzemse "kocalı" bir kadın olmanın layığını verir her daim. Onun evinde o kadar çok misafir olmaz, çünkü eşi yarbay emeklisidir ve hem yarbay hem de emekli olması dolayısı ile gündüzleri gidilen, akşam kendi haline bırakılan bir ev olmuştur onunki genellikle. Her ikisini de çok severim ve bu durumu, beyi emekli olmuş tüm evlerdeki genel hal olarak algılarım. Bir de Osman Dayım vardır ki, evi İzmir tepelerine yakın olduğundan biz onu hep Sinanın "İzmirin dağlarına çıkacaktık hani, Osman Dayıya söyleyelim" cümlesi ile anar dururuz. Geçen yazdan özellikle Sinana sözü vardı dayımın, amma velakin bu seferki gelişimizde dayımın evi yatılı misafir akınına uğradığından gidemedik kendilerine, sanırım bir süre daha Sinan ve dağları şeklinde takılacağız. En küçükleri Oya Teyzem de annemin misafirlerindendi. İzmire en çok yakıştırdığım teyzem yıllardır Mudanyada oturur, ama her fırsatta gelir görür ablalarını. Ondan Hüseyin Üzmezle ilgili aslında gayet de bildiğimiz dedikoduları aldım arada. Bir de Gülşahın kız kardeşi var, Deniz. Ki kendisi çalıştığından kızı Ece annemde kalıyordu. Deniz de arada kızını görmeye geliyordu. Fena halde fırlama, hoş, bakımlı ve esprili bir kızdır Deniz. Kendince bir takım sorunları vardı fakat bu sefer. Eşinden ayrılmıştı, işi iyi gitmiyordu. Yine de kaya kadar sağlam çıktı karşımıza. Her ikisi de Bandırmada yaşayan halalarımsa her zamanki gibi ne yediklerine bakarlar ne de yattıklarına, onlar için önemli olan bir araya gelmek ve eğlenmektir. Güner Halam yetmişlerinde ve ben hala onun o kadar yaşlı olduğunun farkında değilim, çünkü espri yeteneği gelişmiştir, salak ben yaşlıları ne sanıyorsam artık ona o kadar yaşlı olmayı yakıştıramam. Günseli Halamsa İzmirde çalışan kızı Meltemin işten çıkışını ve bize gelişini bekledi durdu her akşam.



Günseli Halam


Güner Halam


Oya Teyzem


Her daim meşgul kadın: Ayhan Teyzem


Yorgun savaşçı: Yıldız Teyzem


Emine Ablamız

İzmire vardığımda durum böyleydi. Ben ve maiyetimdeki çocuklar halimizden gayet memnunduk. Kalabalık bir evde bulunmanın en güzel yanlarından biri, iş yapmasanız da kimsenin bunu fark etmeyeceği. Yemekler, ortalık toplama, bulaşık, çamaşır hep ortaklaşa yapıldığından kimsecikler benim sadece yatağımı toplamakla yetindiğimi fark etmedi. Ya da ben öyle sandım. Arada sofra kaldırma olaylarında kendimi göstermek namına bir iki bardak toplamışlığım, ve hatta biraz daha fazlasını bulaşık makinesine koymuşluğum olsa da, İzmir tatilimizin genelinde yan gel yat politikasını izlediğimi söyleyebilirim. Zaten bir şeyler yapmaya çalışsam muhtemelen büyüklerin hızına yetişmem imkansız olacaktı. Ben daha kalkıp yüzümü yıkarken onlar kahvaltılarını bitirmiş, yataklarını toplamış ve dışarı çıkmaya hazır hale gelmiş oluyorlardı. İşin güzel yanı, Çağla ve Sinanın da bu karnı doymuş ve ayakkabıları elinde gruba dahil olmasıydı. Çağlanın ödevi haricinde her ikisinin de yüzünü görmedim desem yalan olmaz. Çağla Ece ile oyundaydı, Sinansa onları tacizde.


Kankalar Ece ve Çağla



ve azılı düşmanları Sinan


Gidişimden 2-3 gün sonra Güner Halamın kızı Sema da geldi. Sema 45 yaşlarında, üniversiteye giden iki çocuk sahibi bir kuzen. En sevdiğim akrabalarımdan biri. Apayrı bir şahsiyet, her tanıyanın bir daha görmekten haz alacağı, komik, hazır cevap, kendiyle dalga geçmeyi çok iyi beceren ve yaşını hiç göstermeyen bir hatun. Benim ayaklara takıklığım biraz da Güner Halam ve Sema yüzündendir. Zamanın birinde bir Bandırma vapurunda karşılarında oturan kadının serçe parmağı ayakkabıdan fırlamış ayaklarını görünce ana kız öyle gülmüş öyle gülmüşler ki, kendilerini dışarı zor atmış ve tüm yolculuğu dışarıda, deli gibi esen rüzgarda geçirmişler. Semanın gelmesiyle ev daha da bir şenlendi. Gençliğindeki maceralarının tadı hala damaklardayken şimdi kendisine sinir olan kızı ile olan yeni maceralarını dinlerken karnımıza ağrılar girdi.


Rol yapan Sema


Gerçek Sema

Gidişimin ertesi günü Deniz ve Gülşahın (ki ikisi de aynı yerde çalışıyor) işten çıkarıldıkları haberi geldi. Böyle fena haberlerde anne tarafımın tepkileri muhteşem olur. İlk duyduklarında mutlak surette ağlar ve dövünürler. Ağızlarından ah yavrum, yazık, görüyor musun sen gibi bilindik kelimeler çıkar. Fakat ilk şok atlatıldıktan sonra, ki bu da ortalama 2 saat içinde gerçekleşir, olay sanki yıllar önce yaşanmış gibi bir kabullenme, bir şükretme faslı başlar. Sızlanmalar, Allah can sağlığı versin, yaa hayat bu işte, her şey daha güzel olacak gibi cümlelere bırakır yerini. Olaylara bu kadar çabuk adapte olmalarına bayılırım. Bu yüzden derim, bu yüzden bu sülaleden kahkahalar eksik olmuyor. Çiçek Teyzemin ölümünde herkes deli gibi üzgünken teyzemi kendi elleri ile yıkamaları tüm gözyaşlarını, üzüntüleri alıp götürmüştü mesela. Teyzemi son yolculuğuna kendi istedikleri gibi hazırlamaları onlara acayip bir teselli olmuş, genç yaşta yitirilen kardeşlerinin ölümü ile değil, sağlığındaki maceraları ile anılmasını sağlamıştı.

Cumartesi akşamı annem, kendi kardeşlerinin yanı sıra baba tarafından kuzenim Anjayı da yemeğe davet etti. Anja, Mete Amcamın kızı ve yıllardır İstanbulda yaşar. Ben onu yıllar sonra, utanıyorum ama facebook sayesinde bulmuş ve çok sevinmiştim. Fakat atladığım bir şeyler olmuş yine de, kızcağız altı aydır İzmirde yaşıyormuş. Anja, 40lı yaşlarında oldukça hoş bir hatun bana göre. 15 yaşında bir ergenin annesi. Çocuğunu yıllardır tek başına büyütüyor, ki ne kadar zor olacağını tahmin edersiniz. Ben aslında onun kız kardeşi Nicole ile yaşıtım, Almanyada yaşadığımız dönemlerde arada amcamlara gittiğimizde çok sevinirdim. Çünkü Nicole'e ve üç katlı şahane evlerine bayılırdım. Anja bizim ablamız gibiydi o zamanlar, bizimle pek fazla muhatap olmazdı, çok güzel bulurdum onu, hem güzel hem ulaşılmaz. Yıllar sonra görüşünce, fıkranın tersine güzelliğin baki kaldığına inandım. Hem gayet de ulaşılır buldum bu sefer onu. Alman aksanı aynıydı, halaları ile olan samimi ilişkisi de öyle.


Güzeller güzeli deniz kızı Anja


Kuzenler; Eda, Anja, Özlem, Sema, Meltem


İzmirdeki genel hal ve tavrım

Aile efradımla olan güzel saatlerim dışında bakalım neler yapmışım: sanırım üç kez ikeaya gittim. her seferinde ufak ufak birşeyler aldım. Sonuncusunda, havaalanına giderken hem yemek hem de son bir gezinme niyetiyle girdik Foruma. Hadi ikeayı anladım, Ankarada olmadığı için oradan birşeyler almak komik değil, fakat Koton, LCW gibi her köşe başında bulunan mağazalara da girip çıkmam benim hıyarlığım. Neyse, nerede kaldık, bir kez Karşıyaka çarşısına gittim, ki yaz sıcağında gezmekten farklı olarak ılık bir havada İzmire özgü mağazaları şöyle aheste aheste dolaşmanın da tadı bir başka oluyormuş dedirtti bana. İzmirin her birşeyi kendine has. Pastaneleri, bankaları, kaldırımları, vapurları, ve hatta belediye otobüsleri. Belediyesi gayet iyi çalışıyor. Çok ufak bir ayrıntı ama biletli otobüslere parayla da girebilme imkanı bence birçok vatandaşın işine yarıyordur. Ankarada biletin yoksa sen bir hiçsin mesela.

Bir gün İzmir Doğal Yaşam Parkına gittik çocuklar ve annemle. Şahane bir yer. Nasıl anlatılır bilmiyorum, aslında büyükçe bir hayvanat bahçesi ama öyle büyük ki hayvanlar ne kokuyor ne de perişan haldeler. Üstelik hiç birinin de hapishaneye tıkılmış gibi bir halleri yok. Mesela zürafa, zebra ve devekuşları aynı alanda, fakat bulundukları yerde ne bir çit ne de yüksek bariyerler var. Kendi halinde otlanırken bize denk gelen bir zürafayı Çağla burnundan okşayabildi mesela:) Sonra tropik alan gibi bir yer yapmışlar, yüksek tavanlı bir binaya giriyorsunuz, girer girmez bir sıcaklık ve nem (tıpkım yağmur ormanlarındaki gibi). İçinde timsahından dev kaplumbağasına, halka kuyruklu lemurdan papağanına dek bir sürü hayvan var. Kaplumbağayı sevebilir, papağanla sohbet edebilirsiniz. Biz meraba dediğimiz bir papağandan heveheve gibi bir cevap aldık, sanırım türkçeleri henüz kıt... İşin güzel yanı, yerlerin toprak, etrafın tropik bitkilerle kaplı olması. Amaan, gidip görmek lazımi anlatılacak gibi değil.

Son günümüzde de faytona bindirdim çocukları. Of nasıl bir eğlenceydi onlar için anlatamam. Faytonun pahalı birşey olmadığını da öğrenmiş oldum bu arada, yani annemler biz küçükken az bile bindirmişler diyebilirim. Faytoncular için trafik kuralları diye birşey olmadığını fark ettim. Ters yoldan da girdiler, hızlarına bakmadan en soldan da ilerlediler. Arkamızda mütemadiyen korna çalan belediye otobüsü bize nasıl bindirmedi hala şaşıyorum. Ama güzeldi, çocuklar çok eğlendi. Çağla, bir zürafa burnu ellemiş olmanın getirdiği özgüvenle atları sevdi ve tercihini güzel kokan zürafa burnundan yana yaptı.

Dönüş ve gidiş yolculuklarım dua ile geçti. Her hangi bir ses veya hız değişikliğinde, aha düşüyoruz galiba dedim durdum. Tamam, güzelliğin baki kaldığını söyledim ama, salaklık da aynı derece kalıcı, farkındayım.

2 yorum:

Nazlila dedi ki...

Süper bir blog olmus! Harikasin !

gülru dedi ki...

çok hoşşş, beni aldı götürdü şekerrr:))