27 Kasım 2008 Perşembe

EEE ÜÜÜ


Karanlıktaki Adam/Paul Auster okuyorum. Aferin bana, çok okumaya başladım yine. Yolda/okulda/yüzmede insanlar kıl olacak diye korkuyorum. Birgün yolda yürürken kitap okumam yüzünden bodoslama dalacağım bir yerlere ya, o zamana dek okuduğum cümleler yanıma kar.

Bundan önce Edith'in Güncesini okudum. Pek etkileyiciydi bence. Aynı zamanda hüzünlü, çünkü baş kahraman tam olarak deliremeden ölüverdi (hehe, sonunu biliyorsunuz artık). Tamamen delirecek, kurda kuşa maskara olacak diye üzülmüyor da değildim hani, ölmesi hayırlı oldu bir bakıma. Of aman ne diyorum ya, neyse işte gayet hoş, okunası bir romandı, geçti gitti. Benim için okumak böyle bir şey sanırım; bilgi edinmek, kendimi geliştirmek için yaptığım bir şey değil. Tam tersi zaman geçsin, ya da romandaki dünyaya bir girip çıkayım (içeride arkadaşa bakacam da), az bir masrafla rutinimden uzaklaşayım falan filan diye okuyorum. Bu yüzden de bilgi içerikli ağır kitapları kaldıramıyor bünye.

Fekat arada bir okuduklarım kafama takılmıyor da değil. Misal, şimdi okuduğum Auster romanından bir bölüm size:

"...sadece iyiler kendi iyiliklerinden kuşku duyarlar, onları iyi yapan da budur zaten. Kötüler iyilik yaptıkları zaman bunu bilirler, iyiler ise hiç bilmezler."

Her ne kadar böyle evresel doğruymuş gibi dikte edilen fikirlerden haz almasam da, insan bu cümleden sonra şöyle bir dakika kadar düşünüyor. Neyi, tabi ki kendini. Ben hangi kategoriye girerdim, çok mu iyiyim, yoksa kendimi iyi mi zannediyorum, ortası olmaz mı bunun, illa iyi veya kötü mü olmalıyım, iyiler hep salak mı, kötülere bişi olmuyor mu. Soru neydi?

Çok derin düşünmeyen insan için kendisi her zaman iyidir. Hep kendine haksızlık yapılır, daima kendi haklıdır. İyi olmanın acayip bir erdem olduğunu, herkese de nasip olmadığını sanır. Oysa azıcık düşünse, aslında kötülüğün zeka gerektiren güçlü taraf olduğunu fark eder. Ama nerdeee (kiminle kavga ediyorum lan ben şimdi)... Çok uzun bir süre ben de iyiliğin en bi alkışlık taraf olduğunu sanırdım. Şimdi derin düşünüyorum ya (burada gülünecek), esasen kötü olmanın iyi olmaktan çook daha zor olduğuna kanaat getirdim. Bence harbi kötü olan insanlarda hayran olunacak bir özgüven var. İyiliğin genel kanıda yerlere göklere sığdırılamayacak bir meziyet olduğunu düşünürsek, tüm dünyayı karşına alıp kötülük yapmak cesaret gerektiren bir iş. Bu yüzden gerçekten kötü olduğunu düşündüğüm insanlara karşı bir yandan da hayranlık duymuşumdur. Ben cesur bir insan olmadığımı baştan beri kabullenmişim. Cesur olsaydım kötülük yapabilir miydim bilmem. Yine de kanatsız melek olduğumu iddia ediyorsam gerçek bir "iyi" değilmişim Austere göre. Bu da iyileri kendinden bihaber, hafif salak insanlar kategorisine sokuyor, ki bundan böyle ne iyi olmanın ne de etrafımdakiler için "iyi adamdır yaaa" demenin tadı tuzu kalmıyor.

Bu yazının sonucu yok, işte böyle yarım yamalak bir şey okudunuz, geçmiş olsun...

Haa, Edith'in Güncesi Patricia Highsmith'in, Becerikli Bay Ripley'i yazan hatun. Lütfen okuyunuz, okutunuz.

20 Kasım 2008 Perşembe

TUHAF BİR SORUN

Çağla okulunda şimdilik başarılı. Öğretmeniyle genellikle karşılaşmıyoruz. Öyle özellikle övdüğü veya yerdiği bir konuya da rast gelmedim. Arkadaşları ile arasındaki çekingenlik de kayboldu, giriş zilini beklediğimiz o 15-20 dakikada sürekli birileri ile koşturup duruyor. Buraya kadar Çağla açısından hiç bir problem göremiyorum, aksine gururum şu sıralar tavan yapmakta:)

Fakat bu haftanın başından itibaren velilerden öğretmenle ilgili tuhaf tuhaf yorumlar duydum. Bana kimse açıkça ne olduğunu anlatmadığından, öğretmenin müdüre şikayet edildiğini duyduğumda çok şaşırdım. Aynı öğretmenden mi bahsediyorlar, oysa biz ailecek çok memnunuz, Allah Allah gibi bir sürü düşünce doldurdu kafamı.

Öğretmenimizi hakkaten çok seviyorum. Tamam azıcık bunamış gibi, epey de disiplinli, ve çooook ödev veriyor, ama işte çocuklara tavrını, öğretme kabiliyetini, iyi bir şeyler yapma çabasını çok takdir ediyorum. Sınıf 34 kişi, bunların yarısı benim de şahit olduğum kadarıyla ya yaramaz, ya zor öğrenen veya da ilk kez anasından ayrı kalmış çocuklar. Veli toplantısında bizlerden istediği yardımdan da anladığım kadarıyla, öğretmen hepsi ile başa çıkamıyor, yaramazlar usluların zamanından çalıyor, ve ne yazık ki bu da diğer şubelerden bir iki gün geride olmamıza neden oluyor.

Sabahtan beri bu konu kafamda. Kadını istifa ettirecekler sonunda. Zaten 10 gün önce kocası kalp krizi geçirmiş, kardeşi de kansermiş, yani harbi zor günler geçiriyor kadıncağız. Şikayet edenlerin hepsi de ya yaramaz ya da zor öğrenen velisi. Evelsi gün de bir çocuğu azıcık pataklamış, eh bu da bardağı taşıran son damla olmuş. Dayak konusu tabi ki de çok uzak durulması gereken hassas bir konu ama bu pataklama olayını duyunca aklıma direk ilkokulda yediğimiz o cevteller/tokatlar geldi, ve şunu düşünürken yakaladım kendimi: kulak çekme okey, tek ayak üstünde ceza okey, ama tekme tokat no no no... Öğretmen acaba hangisini yaptı, soramıyorum ki kimseye. Sonra diyorum ki, dayağı yiyen senin kızın olsa ne yapardın? Önce kızımı sorgulardım muhtemelen. Ama her halukarda öğretmenle şöyle uzun uzadıya konuşurdum. Üstelik, içimdeki ses bizim öğretmenin çileden çıkartılmadan öyle kolay kolay dayak atmayacağını söylüyor.

İşin kafa karıştıran yanı ise bana ait. Çağla öğretmenini bu kadar sevmeseydi, ben ona ısınmasaydım, öğretmenden kötü muamele görseydik, acaba hala o öğretme kabiliyetine, iyi şeyler yapma çabasına aynı sevencelikle bakabilir miydim? Kadının özel hayatına bakarak biraz daha sabırlı olabilirdim belki, sonuçta evdeki durumlar da öğrencinin sınıftaki halini etkiliyor, bunlar birbiri ile acayip ilgili konular, kimse de özel hayatıyla iş hayatını keskin bir bıçakla ayıramıyor.

Üzülüyorum sonuçta. Böyle bir düzeni kurmuşken kadının gitmesini istemem. Öğrencilere kötü davranmasını da istemem elbet. Bilmiyorum...

Hazır blog yazmışken dün çok eğlenerek yaptığım bir şeyi anlatayım. Dün Sinanın ilk dişi çıktı (Çağla çatladı). Buna hemen öğretmişler, akşam diş perisi yastığının altına hediye koyacak diye. Zaten akşamın bir vakti, üstelik arabasız aldığım için onları, çaktırmadan hediye alacak zamanım yoktu. Gece evde her yeri aradım taradım, belki onlardan skaladığım bir oyuncak, kitap filan vardır diye, e yok... Ben de çocuklar uyuduktan sonra aldım elime kağıdı kalemi ve şunları yazdım:

SEVGİLİ SİNAN,
BEN DİŞ PERİSİ. DUYDUM Kİ BUGÜN İLK DİŞİN ÇIKMIŞ, TEBRİK EDERİM EVLADIM (yaşlı teyze ya:). BUGÜN BİRAZ ÜŞÜTMÜŞÜM, EVDEN ÇIKIP SANA HEDİYE ALAMADIM. ANNENE BENİM ADIMA SANA BİR HEDİYE ALMASINI SÖYLE, ABLANI DA UNUTMASIN. ARTIK BİRAZ DAHA BÜYÜDÜN YAVRUM, NE GÜZEL DEĞİL Mİ?
DİŞ PERİSİ

Yazarken bir eğlendim bir eğlendim sormayın. Sabah kalktığımızda Sinan yastığın altına baktı ve "diş perisi hediye almamış ama mektup yazmış" dedi. Hiç şüphelenmediler... Of ya, ne eğlenceli şu çocuklar be...

11 Kasım 2008 Salı

BİZ HER ON KASIMDA


Dün sabah için saati 9'a kurdum. Üzerinize afiyet artık 3'ten önce yatmıyor, 10'dan önce kalkmıyorum... Alarm 9'da çalınca nerede olduğumu, ve hatta kim olduğumu sorarak gözlerimi açtım. Evinin salonundasın deli, ve adın da Özlem. Saati kurmuştum çünkü çocuklarımı yanıma alıp pencereyi açarak sireni bekleyecektim. Siren çaldı, ve biz Zoplar olarak, evimizin karşısındaki inşaatta hazır olda bekleyen işçilerle bakışarak saygı duruşuna geçtik...

Çocukluğumdan beri severim ben 10 Kasım sirenlerini. Hiç abes gelmez, hiç erinmem oturduğum yerden kalkıp dikilmeye, arabamı durdurup inmeye, saati kurup kalkmaya. Bana göre bir ölüye saygının hoş bir ifadesidir bu. Hoş, sevdiğim ve alıştığım. Arada, şehitlerimiz veya yakın zamanda ölen başkaca önemli kişiler için de saygı duruşunda durduğum olur, gocunmadan, öfleyip pöflemeden... Ama en düzenlisi bu olduğu için, ve asıl önemlisi çok sevdiğim birine yapıldığı için, Atatürke saygı duruşları sadece saygımı değil, minnetimi, sevgimi ve üzüntümü de ifade eder aslında.

Ben dün şunu anladım: Hayatımda çocuklarım, eşim, annem babam ve kardeşlerimden sonra en çok Atatürkü seviyorum. En çok ona güveniyorum. Ve bu saatten sonra da hiç bir şey bunu değiştiremez. İster çocukluğumda bana dikte ettirilmiş olsun, ister şimdiye kadar duyduklarım hep yalan olsun, o sevginin ve minnetin kendisi bana bir ömür yeter. Nasıl ki insan çocuğunu ne yaparsa yapsın sever ve sevecektir, Atatürkü de böyle bir hisle sevdiğimi fark ettim. Ve çok rahatladım, olabilecek en güzel sevgiyle bağlanmışım ona diye.

Fakat aynı zamanda şu da aklıma geldi: benim artık karşı taraf olarak gördüğüm bir takım kişiler de aynı duygularla başkaca birilerine bağlı olabilir. Onların Atatürkü de hiç haz almadığımız, hatta nefret ettiğimiz şahıslar olabilir. Ve onlar da her ne olursa olsun bu sevgi ve minnetten vazgeçmeyecek olabilir. İkna, tartışma, haklı çıkma gibi mevhumlar nasıl bana sökmeyecekse, karşımdaki insana da sökmeyebilir. Bunu fark etmem uzun zaman aldı, çünkü aklın yolu birdir diyordum kendime, en olmayacak insanı bile ikna edebilirsin... Ama hayır, bu olmayacak. Bizler güzel güzel kutuplaşacağız sanırım. Ne yapalım, bu da böyle olsun...

Çağla ve Sinan mütemadiyen keşke şimdi de yaşasaydı diyorlar. Yaa, keşke...

5 Kasım 2008 Çarşamba

Şimdiii, kendimiz hakkında 6 ufak detay yazacağız... daa, ben link vermeyi bilmiyorum ki... önce onu bir deneyeyim. Sevgül beni ve birkaç arkadaşı ebelemiş. Şimdi Sevgüle link vermeye çalışacağım.
Birşeyler çıktı ama hadi hayırlısı...

1. yanaklarımı yerim ben. Özellikle sağ yanağımı. İç kısmını tabi. Bu yüzden sağ yanağımla sol yanağım arasında baya bir kalınlık farkı vardır. Napiyim, kimi tırnak yer kimi saç koparır, ben de görünmeyen, benden içerü bir yerlerde karar kılmışım. İğrenç bir başlangıç oldu di mi?

2. yatmadan önce 20 kez filan tuvalete giderim. İhtiyacım olsun olmasın. Bu yüzden çoğunlukla uykum da kaçar. Sanırım takıntı diyorlar buna, desinler, değişemem. Ama uykusu gelince uçar adım yatağa gidenlere de arada özenirim. Tuvalet yaa, hani mutfak gibi, salon gibi evin hoş kokan yerleri değil de tuvalet... Kabus görmediğime şaşırıyorum.

3. Hiç kabus görmem. Eskiden rüyalarımın çoğunu hatırlardım, ama şimdi bilinçaltımı çalıştırmaya üşendiğim için onu bile yapmıyorum. Hatırladığım son kabusu sanırım üniversite için Ankaraya geldiğimde, yurttaki ilk gecemde görmüştüm. İzini bir türlü bulamadığım arkadaşım Cemile uyandırıp bir bardak su içirmişti bana...

4. Yolculuk öncesi beni afakanlar basar. Neyle gidersem gideyim, araba da olsa otobüs de, bir gece öncesi bir sinir hali, bir huzursuzluk... Tıpkı anneannem gibi, hareket saatinden çok önce varmak isterim gara, otogara. Araba ile gideceksek bir gece önceden tüm eşyaları yüklemek isterim, bana anahtarı alıp çıkmak kalsın diye. Hiç de başaramamışımdır ya.

5. Çamaşır asarken mandalların uyumuna özen gösteririm. Misal bir gömleği iki mandalla asacaksam ikisi de aynı renkte olmalı. Bu uğruda tüm mandal yerlerini değiştirebilirim. Özellikle dışarıya asıyorsam (ki mandalı sadece dışarı için kullanıyorum), konu komşunun çamaşırların beyazlığına değil (hiç göz kamaştıran beyazlıkta olmazlar ki) mandalların uyumuna bakıyor olduklarını hayal ederim. Çorapları da sepetin kenarına, hepsi elle düzeltilmiş şekilde asarım, kiri çıkmamış beyazları saklamak koşuluyla.

6. Çocukların kulaklarını temizlemeye bayılırım. Biz çocukken annem kardeşimi para ile kandırmaya çalışırdı, kulaklarını temizlersem 5 lira senin, diye. Bana çok tuhaf gelirdi böylesine zevk alması. Ama hakkaten de ne acayip birşeymiş ya. Kulak çubuğu temiz çıkarsa bazen kızarım bile, neden kirlenmemiş 1 haftada diye. Bu da biraz iğrenç oldu galiba, idare edin artık aklıma bir şey gelmedi...

Şimdiii, bakalım şu link olayı becerebilecek miyim... Yapamazsam aşağıda adı yazılı olan arkadaşar bi zahmet kendi sayfalarına girip yazıversinler kendileri hakkında birşeyler.

Çolpan

Deniz

Defne

Sanem

Benden bu kadar, altıya tamamlamam imkansız. Hem yukarıdakilerden bile fire vereceğim garanti.

3 Kasım 2008 Pazartesi


Üç torbayı yanıma alıp evdeki fazlalıkları toplamayı planlıyordum. Biri kullanılmayacak denli eski çöpler için, ikincisi dışarıya verilebilecek zamazingolar için, sonuncusu da atmaya kıyamayacağım ama kullanmayı şimdilik düşünmediğim ıvır zıvır için. Yazması bile ne kadar zaman alıyor, insan toplamaya bu kadar mı üşenir yaaa... Ben de her zamanki işbilirliğimle, hadi bir çay içeyim de öyle başlarım dedim kendime. Çaysız, kahvesiz işe mi başlanır ama...

Nazlının doğumgününü kutladık cumartesi akşamı, herkesin bildiği üzere (bilenler bilmeyenlere bi zahmet...). Onaon kafe kısmında çok hoş vakit geçirdim şahsen, öyle uzun bir masaya kurulup onunla bununla lak lak yapmayalı, sağımdan solumdan gelen ve birbirinden tamamen alakasız muhabbetleri dinlemeyeli epey bir süre olmuş (solumda doğum izni tartışılıyordu, solumdaysa kıymalı makarnanın içine konulan zerzevatlar). Sohbet güzeldi, ortam hoştu, ama kafe çalışanlarının da son otobüse yetişmesi gerekiyordu. Karar verici mercii (ki o akşam Nazlı ve Tolga çiftiydi bu), ahalinin ısrarlarına dayanamayıp IF performans hol'e gidek dediler (onlar, mercii olarak gidelim mi demiş olabilir, bense çakır keyif halimle ne ağzımndan çıkanlara hakim olabildim ne de duyduklarıma). Kısaca IF diyeceğim yere ilk defa gidiyordum. Daha önce duyduğum, çok küçük millet tıkış tıkış, ayy iğrenç bir yer, ifadelerini kendime saklamayı uygun gördüm. Çünkü hakkaten de merak ediyordum ne menem bir yerdir diye. Evet, sekiz kişi (yedi miydi yoksa ya?) cümbür cemaat girdik, gördük, karar verdik: tamam ufak mufak, yan yana değil üst üste konumlanmak üzere tasarlanmış sanki ama bence hoş bir yer. Müziği, ambiyansı hoş bir mekan. Ama o kadar. Çünkü ben yaşlandım. Bundan çok daha küçük yerlerde tepindiğim, ya da tepinmeyip saatlerce mal mal dikildiğim çok oldu. Ama herkesin pili bir yere kadardır, benim ince pilim sanırım geçen sene yerini kalın, oturaklı, hani şu uzaktan kumandalı arabalarda kullanılan pillere bıraktı. Bunu kabul ediyorum, hem de hiç sızlanmadan, çok da yerinde bir değişimmiş gibi... O yüzden de Nazlıları IF'e ve İsmail bişi bişeye emanet ederek eve dönüyorum erken bir saatte.

Daha önce yazdım mı bilmiyorum, ama yazmaya niyetlendiğime eminim; ben arkadaşlarımın türlü türlü becerilerine hayranım. Çok ufak şeyler belki, hem beni de öyle aman aman alakadar etmemesi muhtemel. Küçük müçük ama karşımdakini sevmeme, olumsuz yönlerini göz ardı etmeme yardımcı oluyor meretler. Mesela Gülrunun danstaki müthiş yeteneği. O ne ritm duygusudur, o ne uyumlu hareketlerdir, o nasıl bir yakıştırmadır kendine... Folklöre gitti diye hatırlıyorum, acaba ondan mı? Biz şimdi gitsek bir işe yarar mı?..

Sonra Nazlının söyleyeceği şeyleri çok güzel ifade etmesi. Kelimelerin en uygununu, en doğru yüz ifadesi ile bir araya getirebilmesi. Öyle geliyor ki, benim gibi sözel yeteneği yerlerde birini dinlerken bir gün sabrı taşacak ve alacak ağzımdan sözü...

Pınarın, ağzımdan çıkan her lafı önceden biliyormuş gibi sezgili halleri. Onunla konuşurken Pınar sizi uzun uzun inceler, lafınız bitince bir süre durur ve öyle cevap verir. Ne kadar ufak bir ayrıntı aslında, ama ben seviyorum...

Uzun zamandır görmediğim için Ebrunun bir çok halleri gözümün önüne geliyor mütemadiyen. E özledim, hem de çok. Hele anlamadığı bir şey hakkında konuşuyorsam, anlıyormuş gibi dinliyorsa, lafım bitince bir bakışı olur onun. Hani ne laf etsem de uygun düşse, lan bi mok da anlamadık ama, der gibi. Sonra komik bir şeyleri kendi de gülerek anlatması. Hem anlaşılır hem komik olmayı becermesi...

Denizin ise en çok bir şeyleri incelemesi hoşuma gider. Ya ince parmaklarına alarak gözünün önüne getirir o şeyi, ya da eğilir yakından bakar. Ama her hareketi kendine özgüdür, kafasına kese kağıdı geçirilmiş olsa da (nasıl bir durumda olur bu bilmiyorum ama) beden hareketlerinden şıp diye tanırsınız Denizi.

Daha aklımda var böyle bir kaç arkadaş daha. Ama benim poşetlerime dönmem lazım. Kendime söz verdim, bir işin ucundan kıyısında başlamalıyım. Off, öyle de üşeniyorum ki, keşke ülkemin tüm tatillerine ek bir de "Özleme Yardım Tatili" yapsalar. Şöyle çaylı kahveli fallı bir gün olsa, ellerimizde bezler, dilimizde bir türkü temizlesek Özlemin evini... Ha? Pışıık mı? Duymamış olayım...