27 Mayıs 2008 Salı

HAYATTA BAŞARILAR

Buluşma yerine hızlı adımlarla gidiyorum. Kulağımda Modern Sabahlar, biraz neşelenmeme, sinirimi biraz dizginlememe yardımcı olamıyor. Onları dinlemek yerine iç sesime kulak veriyorum çünkü. İç seees, çek git, seni de dinlemek istemiyorum...

Buluşuyoruz, tartışıyoruz. Hepsi topu 15 dakika sürüyor. İkimizin de suratında düşmanca ifadeler, diğer masalardaki insanlara gözümüz kapalı ara sıra sesimizi yükseltiyoruz. İki hafta önce aynı simitçiye Kaya ve teyzesi ile oturmuş, yan masada kavga eden iki sevgilinin tüm hayatına kulak misafiri olmuştuk. Ben hayatta bu duruma düşemem herhalde, demiştim içimden. Tartışacaksam edepli tartışır, bağıracaksam evimde bağırırım...

Ama öyle olmadı. Yine büyük konuşmuşum. İnsan başına ne geleceğini bilemiyor haliyle. Hangi davranışın ne getireceğini, hangi önemsiz lakırtının nelere sebep olacağını kestiremiyor. Karşımdaki benden hesap soruyor. Neden, diyor; mutlu musun şimdi, diyor; ben sana yapsam, diyor... Diyor da diyor. Oysa ki benim kızgınlığım başka, her ne yaparsam yapayım, şu yaşımda karşıma geçmiş hesap sormasına köpürüyorum. Kim ki o? Annem, babam, eşim? Artık kaç yaşına gelip, neler neler geçirmişiz, ben hala yaptıklarımdan dolayı birilerine hesap mı vereceğim? Geçti onlar artık, 10 sene önceki genç Özlem gibi her suçu üzerine alan, her soruya cevap veren birileri yok, istesem de olamam zaten. Hem en yakın dostun dahi olsa, kim sana hesap sorma hakkını verebilir ki? En yakın dostlar hesap sormaz-vermez, hele ki yarım yamalak duydukları bir şeyden dolayı patlayacakmış gibi konuşmaz karşısıdakine. Ben buna kızmışken, arkadaşım hala olayın derdinde. Özür dilememi bekliyor, sanki dinime küfreden müslüman...

Özür dilemedim. Dilemem de. Zaten bir hata yaptığımı düşünseydim bu görüşmenin çok öncesinde arar özür dilerdim. Sanırım ben de yorulmuşum artık kaprislerden. Ondaki bu takıklığa da hayran olmamam imkansız. İş, güç, ev, çocuk, para, hepsinin derdi yetmiyor adama, bir de bunlarla uğraşacak gücü buluyor kendinde... 40ımıza merdiven dayamışız, artık huzurlu, sakin bir hayat gözlüyoruz, bazı şeyleri göz ardı etmeyi öğrenmişiz, arkadaşlarımızı oldukları gibi kabul etmeye meyilliyiz, aramazlarsa en fazla neden aramıyorsun lan deriz şakayla karışık, bir hataları olduğunda öfkeden kelimeleri şaşırmak yerine oturup konuşmayı deneriz, bunu da yapamıyorsak içimize atarız. Bölye tartışmalar karı koca arasında yaşanır, hani o sesi yüksek, gözlerde şimşek, el kol sinirden zıplamış...

Ben zaten bir şeylerden vazgeçmişim sanırım. Yoksa tüm bu sinirlendiklerime rağmen kurtarmaya çalışırdım arkadaşlığımızı, onun deli bakışlarına aynen karşılık vermez, sorduğu soruları cevapsız bırakmazdım. Olacağı buydu, kolay olsun bari, fazla gürültü çıkarmadan bitsin şu iş dedi sanırım o duymak istemediğim iç ses. Bir yerden sonra konuşmadım, içimden gelmedi. Oysa ki söylemek istediklerim de vardı...

Ve masadan aniden kalkıp çekip gitti. Bu da bizim arkadaşlığımızın son görüntüsü oldu. O kadar ani olmasaydı gidişi, şunu demek istiyordum sabık dostuma;

Hayatta başarılar, mutlu ol sen, öyle mutlu ol ki böyle ufak şeylere takılma.
Sevgili arkadaşım, güle güle.

16 Mayıs 2008 Cuma

Döndüm

Demek böyle olacakmış. Elime bir iş geldiğinde burayı hemen boşlayacakmışım. Herkesin işi gücü var, insanlar buraya yazmayı nasıl ihmal etmiyor anlamış değilim. Benim için bahane bol; çeviri, o olmadı ev işi, o da olmadı çocuklarla ilgilenme, hadi buna da burun kıvırırsam sadece kömüş gibi oturmak. Bu arada cümlenin içinde güzel durdu ama kömüş ne demek bilen varsa açıklasın...

İşi teslim ettim arkadaşlar. Onunla birlikte ruhumu da teslim etmek üzereydim... Beni maddi ve manevi yönden baya güldüren bir iş olmasına rağmen, sanırım biraz fazla geldi. Herşeyin çoğundan kaçacaksın, çok yorandan, çok üzenden ve tabi ki de çok güldürenden. Maazallah güleceğim derken çatlamayasın.

Bilgisayarın önüne sırf geyiğine oturmak hoş bir duygu. Fakat aylardır süren çalışmadan sonra kendimi boşluğa alıştırmam biraz zaman alacak. Bu daha üçüncü günü ve ben evdeki her bir yeri temizledim, filmler izledim, iki kez dışarıda kahvaltı yaptım ve azıcık alışveriş yaptım. Yani durum bir değnek ve iki ucundan ibaret. Yok mudur bu değneğin ortalarına bakan, illa ki hep uçlarda mı geçecek ömrümüz.

Bu facebook zımbırtısındaki konular ve testlerden gına geleli çok oluyor. Neymiş, en büyük beyinli kim, şarkıcı olsan kim olurdun, hangi meyvenin çekirdeği kafanı kırabilirdi, kolanın içine düşsen seni kim kurtarır... Yıllar önce Adanada yaşarken bir şehir efsanesi vardı; adamın biri kola fabrikasında asit tankına düşmüş de, geriye kalan kemiklerini çıkarmışlar diye. Amma korkmuştuk, hani sanki bizi kola fabrikasına götürecekler anlamsız yere, sonra yine gayet nedensizce biz asit tankına bakarken biri bizi itecek vasafiso. Doğruluğu bir yana, o kadar korkmamıza rağmen 25 yıldır o kemikli kolayı içmeye devam ediyoruz, hani korktuk ama o kadar da değil babında...

İzmirde yaşayan iki kuzenim var benim, Deniz ve Gülşah. İş için şu sıralar Ankaradalar, Eryamanda ev tuttular. İşleri, gün boyunca Armada, Ankamall ve Carrefour'u gezmek. Hehe, yani benim arada üstüne para vererek yaptığım bir şey. İkisi de benden epey küçükler ama hayat tecrübelerini işin içine katarsak ben onların yanında dünkü bebe kalıyorum. Denizi karşılamak üzere hava alanına gittim geçen gün, ve nutkum tutuldu... Hep derim, Malezyanın hava alanı gördüğüm en şahane yerlerden biri diye, aç ve susuz geçirdiğim 6 saatten sonra da bunu diyebiliyorsam düşünün nasıl olduğunu. Fakat Esenboğa tahminlerimi çok ötesinde etkiledi beni. Gittiğimde gecenin bir yarısıydı, in cin ve güvenlik görevlileri iki kale maç yapıyorlardı. Hoparlörden otomatiğe almış bir kadın sesi kimin nereden geldiğini, kimin gitmeye can attığını ve bilin bakalım kimin uçağının 1 saat rötar yaptığını anons ediyordu. Çok güzeldi... Rüya alemi gibi... Aklıma Terminal filmi geldi, hani şu Tom Hanks'in oynadığı. Ne güzel olurdu orada yaşamak, giden uçakların pilotları ile el hareketiyle karışık şakalaşmak, yolcuların giremediği ama sana açık gizli yerlerde yankı yapa yapa şarkılar söylemek, vardiya sonlarında çalışanlara geçmiş olsun iyi dinlenin, gelirken sürpriz getirin bana demek...

Denizi aldıktan sonra eve dönerken aslında herkesin bildiği ama benim o an keşfettiğim ve çok hoşuma giden bir şey gösterdim onlara. Hava alanından bizim eve gitmek için hiç bir yere sapmıyoruz! Yani hangi ülkede, şehirde vardır bu arkadaşlar, düşünsenize gelecek bir yolcunuz yurt dışında, onca yolları aşacak, onca bulutlarla yarışacak. Ve diyeceksiniz ki evi tarif ederken, hiç bir yere sapma kardeş dümdüz gel, 50 kilometre sonra ben seni köşe başında bekliyor olacağım... Ankara kolay bir şehir, bizim ev hele istesen de kaybolamazsın. İşte İstanbulluların anlamak istemediği bu olsa gerek, onlar şehirlerini seviyorlar, biz ise kendimizi. Bana kafayı yedirtecek bir şehirde yaşamaktansa denizi, tarihi yerleri, bin türlü cafeyi barı görmesem de olur. Hava alanı ya, dümdüz yaaa...

Hayat ne basit aslında.