30 Ekim 2008 Perşembe



Benim canım sıkkın. Neden bilmem. Bazen herkese oluyordur, daha sabah uyandığında anlarsın keyifsiz bir güne başladığını. Önceleri karşı koymaya çalışırdım huzursuzluğa, olmaması lazımdı hayatımda böyle duygular. Her sabah bir 20. yüzyıl Pollyannası gibi açmalıydım gözlerimi güne. Ama artık salıyorum sıkkınlığımı, koyver gitsin. Kötü duyguları yaşayınca insan bir süre, tazeleniyor sanki. Bilmem, bana öyle geliyor.

Bugün, tam da Kızılaya gitmek için çıkarken evden, hatta apartman kapısını açarken dedim kendime: yav hayat hakkaten de ne boşmuş be. Doldur doldur bitmez. Bu hayat boşluğunu nasıl gidereceğimi yıllardır bilemem zaten. Gelecekler mi planlamadım, yok o olmadı anı mı yaşamadım, türlü türlü hobiler mi bulmadım... Hepsinde, ama hepsinde tek bir şey gerçekti: çok uğraştım. O boşlukları doldurabilmek için çok çabaladım. İstemeye istemeye hobi yarattım kendime, hani buymuş ya oyalanmanın yolu. Anı yaşamaya çalıştım ki akıp gitmesin ellerimden. Planlar yapmaya uğraştım, geleceğimi aydınlık göreyim diye. Ama hiçbiri içimden gelmedi, meğer ki bu boşluk denilen şey insanın içine bir girdi mi bir daha çıkmazmış. Çocukluğumdan bence, çocukken artık nasıl yaşadıysam, ondan.

Aslında böyle gıcık şeyler yazmak istemiyordum. Ve amacı olan, her dakikası zevkle geçen, hayatını yoluna koymuş insanlara filan özendiğim yok. Çünkü görünürde (hep görünürde) zaten öyleyim. Öyle hissediyorum çoğunlukla. Neyse neyse, yazınca rahatlıyorum.

Zemberekkuşunun Güncesi bitti. Çok tuhaf, okurken pek etkilenmemiştim ama mesela aradan bir hafta geçti ve bugün kendimi kuyunun kokusunu duyarken buldum. Güzel tasvirleri vardı, karakterinin beceriksizliğine filan yakın hissetmiştim kendimi. Bugün gördüm, yeni kitabı çıkmış Doğan Yayınlarından. Offf, o da ayrı sıkıntı, benim çeviri güme gidecek sanki.

Fotoğraf makinemin kullanma kılavuzunu da almıştım yanıma Kızılaya giderken. Sözde bir yerde çay içip onu okuyacaktım. İmgeye girdim, çayımı söyledim ve kılavuzu açtım. Sonra birden midem bulandı, tuvaletim geldi ve çayımı bitirir bitirmez, yürümeyi bile göze alamayarak otobüsle eve döndüm.

Yolda şunları düşündüm: Evimin yemek masası tarafını şöyle bir temizleyeyim. Temizlemek derken, masayı-sandalyeleri atayım. Oraya güzeelce bir muşamba sereyim. Ulustan torbalar dolusu kırtasiye malzemesi alayım, işte boyasıydı, uhusuydu, kartonuydu filan. Sonra günlerce onlarla uğraşayım. Artık ne çıkarsa, böyle boyaları ellerimle alıp tırnak uçlarımla fışkırtarak resimler mi yaparım, kes yapıştır duvar süsleri mi, yoksa origamiyle binlerce turna mı. Bilemem ki... Sonra aklıma geldi, tüm bunları yaptım diyelim, ben milletin ağzından çıkana tren gibi bakıyorum ya, gün gelecek biri ağzıyla değil şöyle göz ucuyla çok manalı bakacak salonun o kısmına, amma boş işler bunlar yav der gibi, kaldırabilir miyim bu bakışı ki bilemedim. Ama işte, hayat böyle boş işlerden ibaret, niye kaldırmayım ki?

15 Ekim 2008 Çarşamba

ÇAMAŞIRLARI ASAMADIM



Sabah, yanlış kurulmuş saatin azizliği ile 8.30 gibi kalktım. Yüzümü yıkarken saçlarımın kafama yapıştığını görüp bugün yıkanayım bari dedim. Fekat sabah zaman yoktu, hazırlanacak beslenmeler, ütülenecek okul gömlekleri, düzenlenecek yataklar vardı, ve Özlem aslında çok ama çok yorgundu. Hiç ses etmeden, bana verilen görevleri yerine getirmeye başladım. Kahvaltıda Çağlaya tavuk, Sinana bıldırcın yumurtası yaptım. Kuşlar ve yumurtladıkları ile aram iyi olmadığından, kendime de ekmek kızarttım. Uyanmamdan tam bir saat sonra cep telefonum çaldı. Esneyerek açtım, karşımdaki özür diledi, uyandırdım herhal?? 4 sayfalık bir özgeçmiş çevirisi istiyordu benden. Hayır dedim önce, tüm burun kalkıklığımla. Yapamam, özel işlerim var bugün benim (saç yıkamak en özel işlerden biri bana göre). Sonra, hadi ver ver şaka şaka, der gibi kabul ettim. Öğlen okula çıkmamıza 20 dakika kalmışken, ne gömlek ütülenmişti ne de beslenmeler hazırdı. Alelacele işleri tamamladım, çanta manto ve kaşkollarımızı alıp fırladım arabaya. Biner binmez bir şimşek çaktı kafamda: teoride çantamda olması gereken ev anahtarım pratikte ayakkabılığın üstünde unutulmuştu. Hay başlayayım dedim, kime dediğimi bilmeyerek.

Okula vardığımızda yağmur bardaktan boşanıyor, gök gürültüsü megafonla yağıyordu. Acıktım, dedi Çağla. Duymamazlığa geldim. Sonra Suzana gittim yağıp yağmamak arasında acayip bir tereddüt yaşayan yağmurun altında. Otobüse binip Kızılaya gittik çabucak. Dinlenebileceğim tek zamanda bankaydı, tokacıydı, marketti dolandık durduk 2 saat. Sonra arabamı alıp eve döndüm. Çilingir aramak zor geliyordu, ve de masraflı. Komşumuz Osman abiye rastladım neyse ki, bırak çilingiri, bir çekiç ve tornavida getir yeter deyiverdi. Kendine pek güvenmiş, 20 dakikada anca açabildi balkon penceresinin demirini. Evimize girmek için sadece bir çekiç ve tornavidanı yeterli olacağını, anahtara bu kadar değer vermemem gerektiğini düşündüm...

Eve gelir gelmez tavugu kızartmaya başladım. Bu arada tuvalete girip bilgisayarı açmayı da ihmal etmedim. Çocukların yüzme eşyalarını hazırlarken evde oradan oraya koşturdum, ve bunun sonucunda tavuğu azıcık yaktım. Olsun, geçen seferki gibi evde unutmadım ya... Tavukları üçe bölüp üç ekmek arasına tıkıştırdım. Üçer mandalina, ve Suzanın çocuklara "aferin havuza da giderlermiş aman da aman" hediyesi üç albeniyi kacaman migros torbasına attığım gibi dışarı fırladım. Bu kez pratiklik yapıp anahtarı çantama atmıştım.

Okulun dağılmasını beklerken kitabımı okudum. Dün bir veli bana "kitabı ne zaman okuyorsun" diye sormuştu, elimdekine bakıp. Soruyu anlamadım, ama olabilecek en mantıklı cevabı vermem gerekti, geceleri dedim. Okul yolunda okuduğum hariç diye eklemedim. Önce Sinan göründü, her zamanki gibi dilini okulda şişirmişler de beni görünce özgürlüğüne kavuşmuş gibi durmadan konuşuyordu. 10 dakika sonra Çağlayı gördük diğer giriş kapısında, ağlıyordu. Önemli bir şey olduğunu zannedip, nooldu çocuuum diye sordum. ödev verdi, öğretmen 2 sayfa ödev verdi, yüzme, dilhan, ben... nasıl.. kelimelerinden anladım derdini. Dilhanlara gidip yüzme kıyafetlerimizi giydik. O arada çocukların ellerine ekmek arası tavuklarını tıkıştırdım. Trafiksiz yolda 5 dakikada ulaşabileceğimiz havuza gitmemiz yarım saatimizi aldı. Ankara üzerinde Kennedy'den daha saçma bir trafiği olan yer var mıdır sorarım...

Yüzme, kitap okumakla ve hoca ile iki çift laflamakla geçti. Bu arada kitap okumanın yaşı ve zamanı yoktur, böyle cevap vermeliydim veliye. Bir daha sorar umarım. 45 dakika sonunda soyunma odalarına geçtik çocuklarla. Çok güzel yükdükleri için tebrik ettim onları, böylece izlediğimi de anlayacaklarını düşünerek.

Eve vardığımızda saatler 8.30'u gösteriyordu. Acilen kıymalı makarna yapmaya koyuldum: suyu kaynarken havluları ve mayoları kaloriferlerin üzerine attım, makarnayı attıktan sonra çamaşır makinesindeki yıkanmışları çıkardım, kıymaları kavururken sofrayı kurdum ve sos pişerken makineden çıkan ıslak çamaşırlara mal mal baktım. Nerede kurutacaktım bunca çamaşırı?

Yemeğimizi yedikten sonra günün en can alıcı kısmı başladı: ödev. Çağlanın ağlaması boşuna değildi, başta görseydim ben de ağlardım. Çünkü öğretmenleri iki sayfayı aşkın, birbirinden değişik ve karmaşık ödevler vermişti. Her gün yaptığımın dışında, bu akşam Dilhanın da ödevine yardım ettim. Yıllar sonra ilke kez açılı bir matematik problemi ile karşılaşınca önce kahkalarla güldüm, Dilhan anlamadı. Soru o kadar tanıdık ve basit geliyordu ki, bir süre çözemedim. Sonradan cevabı bulduğumda, kendimle gurur duyasım geldi.

Şimdi gece yarısı. Çocuklar uyudu sanırım. En son Sinanın "gerizekalıların başkanları" diye bağırdığını duydum kızlara. Umursamadım, çünkü yüzümü yıkıyordum. Tıpkı sabahki gibi. Banyo yapmalıyım dedim kendime. Ama zaman yoktu.

14 Ekim 2008 Salı

VAY ANASINI

Televizyon izlemem diye diye ufaktan bir tv canavaına dönüşmek üzereyim. cnbce-e'de ve tnt'de izlediğim dizileri bir araya getirince ne demek istediğimi anlayacaksınız:

gossip girl (15 yaşında gibi hissediyorum:))
according to jim (her daim)
two and a half men (ara sıra)
dexter (favorim)
the starter wife (bunu neden izlediğimi ben de bilmiyorum)
witout a trace (2 yıldır)
new advantures of old christine (elaine daha da eğlenceli)
side order of life (hep kaçırıyorum)
las vegas (heyecaaan!)
the king of queens (nazlı ve tolga)

ve tnt dizileri:

monk (hastasıyım)
brothers and sisters(allie mc beal tipine rağmen)

bi de bi de... unuttum, aman işte bunlar bile yeter. bir daha zamansızlıktan bahsedersem dövün beni. gerçi hepsini gece yarısından sonra izliyorum, hani el ayak çekilince ama ossun, siz yine de dövün...

13 Ekim 2008 Pazartesi

ANNAMADIM GİTTİ

Bazı şeyler var ki bu dünyada, imkan yok anlayamıyorum. Çoğunlukça kabul ediliyorlar: tamam, fazla düşünmeden gayet de kabul edilebilirler: ona da tamam, ama ileride Alzheimer neyin olmayayım diye şu kafamı ara sıra çalıştırdığımda, aslında doğru bildiğim bir çok şeyin beynime dikte edildiği hissine kapılıyorum (ntv yayınlarının kitap reklamı gibi oldu galiba).

Mesela estetik operasyon olayı. Şu güne kadar sorduğum bin bir kadın, estetik operasyona karşı olduğunu söyledi. Kaşlarını aldıran, saçlarını boyatan, makyajın alasını yapan, tırnaklarına kırmızı pembe mavi oje süren kendileri değilmiş gibi. Tüm bunlar operasyon kısmı hariç estetiğe girmiyormuş gibi. Olay kendini değiştirmek, yüz ifadeni, bakışını farklılaştırmaksa, al sana: kaş aldırmak kadar insanın yüz ifadesini değiştiren başka masum, kansız bir operasyon var mıdır? Kaşlar insanı gençleştirir, yaşlandırır, şaşı yapar ya da hizaya sokar. Hem maalesef alınan kaşlar iade edilemiyor, beğenmezsen eski haline dönmek yok. Olsaydı sıraya ilk ben girerdim... Saç boyama ise ayrı mevzu, bence saçın boyandıktan sonraki yapaylığının, estetik operasyondaki yapaylıktan bir farkı yok. Hem operasyonun bir süre sonra dibi de gelmiyor, ama o yarı mesele.

Kendi adıma, sadece korktuğum için estetik operasyon yaptıramayacağımı belirtmek isterim. Amaç güzelleşmek veya genç görünmekse, bu yoldaki tüm çareler mübahtır demek istiyorum. Bunun bir sınırı olmamalı demek istiyorum. Yaptıklarımızın bir adım ötesini yapabilenler sadece takdir edilmelidir demek istiyorum. Yoksa hepimiz aynı yolda ilerliyoruz, yok fazla bir farkımız (demek istiyorum:)).

Kafamın almadığı başka bir konu da, insanın bedenini satarak para kazanmasının neden bu kadar aşağılandığı. Her birimiz bir şekilde para kazanıyoruz, kimimiz fikirlerini satarak, kimimiz farklı bir şekilde bedenimizi satarak. Kendimi düşünüyorum, çeviri yaparken hem zamanımdan, hem gözlerimden, hem beynimden bir çok şey gidiyor, yerine gelmemek üzere. Bunun karşılığında da para kazanıyorum. Bir garson, ellerini, ayaklarını, dikkatini satıyor buna göre, bir avukat da fikirlerini, öğrendiklerini. Bence fahişeliğin bu kadar aşağılanmasında, bedenini satanların da kendilerini hor görmeleri bir etken. Biri de çıkıp dese, evet ben de bir şeylerimi satarak para kazanıyorum, her biriniz gibi, bunda abartılacak bir yan da göremiyorum diye, belki verecek fazla bir cevap bulamayız. İşin ahlaki yanı da ayrı salaklık, düşündüklerinden tamamen farklı şeyleri savunan avukatlar da ahlaksızlık yapmakta, ama kimse onları fahişelerle aynı kulvarda görmüyor.

Diyeceğim, bir şeylere inanırken neden inandığımızı iyi bilmek gerek, körü körüne bağlanılan inançlar (dinsel inançlar da dahil), bir insanın kendi hayatına pamuk ipliği ile bağlanmasına neden olabilir. İplerimiz örümcek ağı kadar sağlam olmalı ki, kolay kolay kopmasın.

6 Ekim 2008 Pazartesi

BU DA ÖZLEMKUŞUN GÜNCESİ




Günler gelip geçiyor ve ben trene bakar gibi bakıyorum.

Aslında şikayetçi olduğum hiç bir şey yok şu sıralar. Şikayetçi olma durumunu sevmiyorum. Arada dayanamayıp söylensem de, dertleri alakasızca dışa vurmanın, dertlerime bir çare bulduğuna şahit olmadım şimdiye kadar. Bu hali ne zaman kazandım bilmiyorum, çünkü üniversite yıllarında hatırladığım tek şey ona buna şikayetlenen, hayatından mutsuz ve umutsuz bir tip olduğum. Hayatın deneyimleri işte.

Bayram tatilimiz Ankarayı bekleyerek geçti. Bana kalsa İstanbula gitmeyi çok isterdim, ama Kaya çok alakasız zamanlarda nöbetçiydi, üstelik tam da tatilin başladığı cuma günü bir çevirim geldi. Ben çeviriyi yapmayı çok sevdiğime karar verdim. Buna daha önce de karar vermiştim fakat bazı şeyler beni çeviriden soğutmuyor değildi; kısıtlı zamanda teslim edilmesi, daha önce karşılaşmadığım bir konu üzerine çeviri yapmam. Fakat geçirilen uykusuz gecelere, özlenen aktivitelere, çocukların bir şekilde ilgisiz kalmalarına, düzenimin bir süreliğine bozulmasına rağmen, çevirinin son kontrolünün yapılıp mail kutumdaki gönder tuşuyla karşı tarafa iletilmesiyle içimde beliren mutluluğu, huzuru hiç bir şeye değişmem. Oh, bunu da kazasız belasız atlattık, bilmediğim bir sürü yeni terim ve kelime de yanıma kar kaldı...

Bu şehri ne kadar sevdiğimi gün geçtikçe daha çok anlıyorum. Çok sebepsiz bir artış var sevgimde. Etrafımda herkes Ankaranın ne de çok değiştiğinden bahsederken, ben şehrime apayrı, sadece bana özel bir yerden baktığıma karar veriyorum. Bana göre değişen çok da bir şey yok. Çünkü aradığım özel bir şey yok. Geçmişimdeki anılarım, şu an yürüdüğüm yollar beni buraya bağlıyor, yoksa çevre şehirlerden gelen insanlar ve şehrin değişen silüeti değil. Umarım bu duygumu değiştirecek tuhaf işler dönmez çevremde.

Çağlanın ilk dönemler ödev yaparken yaşadığı sıkıntılara da bir haller oldu. Bayram tatili bir çok veliye göre herşeyin başına dönmekti; disiplinin de, öğrenilen şeylerin de. Ben ise, tüm saflığımla bir nebze olsun dinlenecekler diye sevinmiştim. Çağla beni haksız çıkarmadı. Dinlendi, tatil süresince okul fikrini yavaş yavaş benimsedi ve benim öğrenciyken her daim yaptığı pazar günü mızmızlıklarını yapmadı. Bugün, çok mutluyum ki, iki çocuğum da okuldan dönerken pek şendi. Sinan hafta sonlarının kalkmasını diledi, her gün okul olsun diye. Çağla ise ikiletmeden ödevinin başına geçti, gıkını çıkarmadan benim dikte ettiğim cümleleri yazdı, sonunda okul çantasını yarına hazırladı. Huzurluyum...

Murakaminin "Zemberekkuşunun Güncesi" kitabını okuyorum. Kimilerince en baba kitabı olarak adlandırılıyor ve ben Türkçesini okuyup da bunu söyleyebilenlere şaşıyorum. Kitap sürükleyici, fakat okuduğumdan çok da zevk alamıyorum doğrusu. Garip garip cümleler, çeviri kokan tuhaf kelimeler... Belki de bende var bir tuhaflık, bu Türkçe işine fazla takılıyorum. Ama uzun süredir hiç bir kitap bana, lise yıllarımda okuduğum ve geçmiş zamanda çevrilmiş kitaplardaki hazzı vermiyor. Bilmem ki dikkate alır mısınız beni ama, çeviri bir kitabı alırken çevirmenine özen göstermekle kitaptan alınacak zevki, kitabı eksiksiz okuyabilmeyi garantiye almış olursunuz. Çünkü kaliteli bir kitap çevirmeni, kaliteli yayınevleri ile çalışır ve kaliteli yayınevleri kitapları kısaltmaz! Aslı Biçen en iyi örnektir bana göre, onun çevirdiği her kitabı gözüm kapalı alabilirim.

Kitap demişken, Alkım Kitabevi 50 YTL'lik alışverişlerde %50 indirim yapıyor. Biz bunu Kayadan duyduğumuzda bayramın 3. günüydü, babamız nöbete gitmişti ve yapacak fazla da bir işimiz yoktu. Attık kendimizi Alkıma, yaklaşık bir saatin sonunda üç torba dolusu kitapla evin yolunu tuttuk. Çok zevkliydi, hayatımın en güzel alışverişlerinden biriydi diyebilirim. Okumayı ne zamandır düşündüğüm, ama bir şekilde alamadığım ne kadar kitap, ne kadar yazar varsa, o torbalarla evimize teşrif etti. Kitaba ödenecek parayı hiç önemsemesem de, korsana dalmadan yarı fiyatına aldığım için ayrıca mutlu oldum.

Çocuklar, saatleri ve günleri sürekli değişen bir yüzme kursuna gidiyorlar. Yüzme hocamız pentatloncu yetiştirmeyi koydu kafasına. Bunun için de haftada iki akşam koşuya başlattı öğrencilerini. Bizimkiler için çok erken olsa da, disiplin ve birlik olma adına kafamda 40 iş de olsa götürüyorum çocukları. Şöyle diyebilirim ki, yüzmeden çok daha fazla hevesle katılıyorlar koşuya. Bana edilen, siz de koşun, en azından yürüyün teklifini ise, spor ayakkabım yok bahanesi ile atlatabildim. Bunu sporcu bir adama söylemektense biraz utanç duydum...

İstanbula gitmeyi çok istiyorum, bunu şu sıralar imkan yok yapamayacağım için de hafif bir üzüntü var içimde. Günlerin ne getireceği belli olmaz, bakarsınız havalar daha da soğumadan çocukları babalarına bırakmayı göze alıp atlamışım arabaya. Hiç bir şeye yetmeyecek olsa da, iki gün iki gündür.

Şimdi gidiyorum, yine geleceğim. Burayı uzun süre ihmal etmem zamansızlığa ve biraz da isteksizliğe bağlı. Yazmayı istediğim zaman bilgisayar başında olmamam da başka bir etken. Hem, gördüğüm evler isimli sitemin de ilk girdisini bitirdim. İkincisi Nazlının evine yaptığım ziyaretten sonra yazılacak, duyurulur...