20 Şubat 2008 Çarşamba

sevdiğim şarkıların kliplerini koymak istiyorum buraya. ama bunun için girdikçe karıştırdığım Ayarlara bir bakmam lazım. ona bakmam için kendime bir çay koymam lazım. çay koymak için sandalyeden bir süreliğine kalkıp mutfağa gitmem lazım. mutfağa gitmek içinse ortaya karışık istek-üşenmezlik lazım. tüm bunları karşılayacak param yok, üzgünüm...

amy winehousedaki de müthiş bir ses kardeşim... ben böyle çok bilindik kişileri seviyorum çoğunlukla. zaten bir şarkıcıyı bilmem için bilinmiş olması gerekiyor. yoksa öyle bilinmedik yetenekleri keşfedecek bir yapıya sahip değilim. en son indie olmaya karar verdiğimde, new yorkdan birkaç genç bulmuş ve mütemadiyen döndürmüştüm plaklarını, ama yemedi, hem alternatif bir müzik türü, hem onun tanınmamış şaşkın yorumcuları, hem de acemi dinleyici olarak bendeniz için zor bir süreç oldu. birbirimize ısınamadık.

şöyle birşey oluyor, bilmem ki aşina mısınız; diyelim indie müziğe gönül vermek istiyorsunuz. zaten başlıbaşına saçma olan bu cümleyi geçebilirseniz eğer, gittiniz internetten onun bunun şunun şarkılarını indirdiniz ve dinlediniz gece gündüz. nasıl? güzel mi? hakkaten mi? peki ben neden anlamıyorum güzel olduğunu? daha doğrusu siz bu şarkıların birbirinden farkını nasıl anlıyorsunuz? bir tanesi güzel, e ikinci de fena değil ama daha önce duydum sanki ben bunu, üçüncü: aaa bunu demin çalmıştı yaa, dördüncü: oolum kazıklamışlar bizi bunlar lan surekli aynı şarkıyı çalıp duruyorlar. herhangi bir grubun bir albümünü dinlerken başıma gelenler aşağı yukarı böyle oluyor. ya müzikten anlamıyorum ya da bu grupların acilen ilhama ihtiyacı var.

bir de oradan oraya atlamak gibi olmasın ama, hande yenerin albümüne koyduğu isme bozuldum ve şaşırdım. albümünün adı "nasıl delirdim", ve kliplerinden tutun şarkılarına dek, kadıncağızın nasıl delirdiğini değil ama hakkaten delirdiğini açık bir şekilde görebiliyorsunuz. gerçi konu bu değil, banane, ister delirir ister yan cebine koyar. ama öyle bir insan neden albümüne bu kadar iddialı bir isim koyar ki? bana göre bu isim hande yenere birkaç gömlek büyük, bu daha çok bir kitaba ya da kısa bir hikayeye uygun bir isim. üstelikhiç gereği yokken bozulmamın da bana özel bir nedeni var: günün birinde bir hikaye yazacaktım ve ismi "nasıl delirdim" olacaktı. şimdi diyelim yazdım hikayemi, bu ismi koyarsam hande yener misin leyn sen diye bana çıkışan olmaz mı?

ben iyisi mi birkaç klip koymaya çalışayım şuraya, hani renklensin sayfamız, gelenlere hoşluk olsun...

http://www.youtube.com/watch?v=RXfzyc92EuI

bu yeter bugünlük

18 Şubat 2008 Pazartesi


Hay Allahım, kar yüzünden okulların tatil edildiği, dışarının içeriye sahip olunduğu için bin kez şükrettirecek denli soğuk olduğu, ve neredyese tüm gün çeviri yapılan bir gün ile ilgili uzun uzun ne anlatılabilir ki. Bilemediniz, blog yazmam için birileri kafama silah dayamış değil, sadece ben biraz mola vermek istiyorum, ve bilenler bilir, molaya en iyi "yazmak" gider.


Çağla ve Sinan büyüyorlar... Ben de onlarla epey bir büyüdüm. fakat hala benden daha olgun oldukları yönler var. Olsun, günün birinde yetişeceğim elbet. Son günlerde, anne olmanın ne kadar da tuhaf bir duygu olduğunu düşündüm durdum. Daha açık bir ifadeyle, kendimi ve annelik mevhumunu bir araya getirmeye çalıştım. Çalıştım, çalıştım... Ve getiremedim. Ben bir oğlağım, annemler beni ve kardeşlerimi az biraz sorumluluk alalım diye liseden itibaren çalışmaya zorladı, oturmasını kalkmasını bilirim, herkesin sarhoş olduğu yerde ayık durmaya çalışan benim, emir kuluyum, yapın deyin yaparım... Ama tüm bunlar, benim hala iki çocuğuma bakıp da, yav bunlar nereden geldiler, niye yemek yemek diye gözümün içine bakıyorlar, hem banyo yapmaları gerekiyorsa yapsınlar kime ne, dememi engellemiyor maalesef... 4,5 vr 5,5 yaşındalar, henüz okula bile başlamadılar yani, ve ben kendilerinden: kendi başlarına yemek yemelerini, odalarını düzgün tutmalarını, sabah kalktıklarında reklamlardaki ideal çocuklar gibi yüzlerini yıkamalarını, üzerlerine birşeyler seçip yine kendi kendilerine giyinmelerini, sularını o ağır sürahiden bardağa doldurmalarını, boyları erişmese de ışık için beni çağırmamalarını, okuma yazma bilememelerine rağmen youtubeda birşey ararken benden yardım istememelerini, diş fırçalarken aynaya su sıçratmamalarını, ve bunlara benzer daha binlerce şeyi bekliyorum... Üstelik ben anneleri olarak hiç de öyle ideal reklam annesi olmamama, sabah ne giysem diye dakikalarca düşünmeme, sürahiden bardağa su dökerken mutlak surette suyu taşırmama, hele ki diş fırçalarken ayna ne kelime, tüm banyoyu suya boğmama rağmen...


canlarım, onlar da alıştılar gerçi duruma, arada laf sokuşturup duruyorlar. hımm... belki de harbiden de sıkı çocuklar olurlar, yani her tür insana alışık, her duruma adapte olabilen filan... benimki züğürt tesellisi biliyorum, ama bundan daha fazla büyümemi şimdilik kimse bekleyemez sanırım.


çocuk herhalukarda sevilir, ama ideal olmasa bile daha iyicene, ya da daha olgun bir anne olmayı çok isterdim.


kendim için istiyorsam ne olayım...

17 Şubat 2008 Pazar

Bir pazar günü...

Temizliğe pek de düşkün olmayan biri imajı çizmek kimi zaman insanın canını sıkıyor; arkadaşlarınız nasıl olsa bu pis deyip evinize, hatta halılarınızın üstüne dek ayakkabılarıyla dalabiliyor, çocuklarının sihirden yoksun ayakkabılarını silme zahmetine bile katlanmadan yürü yavrım, ha dışarısı ha bu ev deyiveriyor, veya çocuklarınız ve arkadaşları hiç bir sakınca görmeden mutfakta şahane deneme yemekleri yapabiliyor...

Bu akşam çocuklarla Ratatoule (amaan yine yanlış yazdım) isimli neyse ki sevimli bir çizgi film izledik. Benim feci bir annelik krizim tutmuştu hem bugün. Kahvaltı sonrası mercimek yemeği, hamsi, makarna ve havuçlu kek pişirmiştim ardarda. Evi misler gibi kek-balık-salçalı yemek kokuları sarmıştı. Sonra yağan kar altında azıcık kartopu oynayıp, dizlerimi geçen beyazlıkta yuvarlandım çocuklarla. Ve inanmayacaksınız ama, haftalardır masum masum bekleyen çamaşırları bile ütüledim arada. Film bittikten sonra ben bilgisayarın başına, Kaya gazete okumaya, çocuklarsa son sürat mutfağa koştular. İzlemeyenler için söyleyeyim, çizgi filmdeki fare doğuştan yetenekli bir aşçı, ne var ki adı üstünde, o bir fare ve şu dünyada herkes yemek yapabilse de kimse bir farenin yaptığı yemekleri tatmak istemez... Bizimkilerin biri fare oldu, diğeriyse onun kankası insanoğlu. Başladılar mutfak dolaplarında ve buzdolabında, açıkta, ocağın üstünde ne var ne yok birbirine katmaya. Karışmadım elbet, ben pasaklı ve anlayışlı bir anneyim ne de olsa... Fakat tam da heveslenip 360 sayfalık kitabın 15. sayfasını çevirmeye girişmişken, aşağı kat komşumuzun şirin kızı Dilhan çaldı kapımızı. Bu zilden sonra hayat birden değişti bizim evde. Tam iki saat boyunca süren mutfak maceralarına yüksek ses ve çığlıklar eşlik etti. Ben mütemadiyen yerimden kalkıp mutfak yerini silmek suretiyle kendimi nefessiz bıraktım, Kaya okuduğu şeyin bir kelimesini bile anlayamaz hale geldi, çocuklar şunu da tat, bundan da koyalım derken işi iyice cozuttular ve sonunda olan oldu, Kaya yerinde kalkıp bir hışım sesini yükseltti bızdıklara. Kaya genelde hiç bağırmaz, ama bağırdı mı susup pusmanız gerekir. Bu olmazsa gözlerini iri iri açar ve siz kaçma ihtiyacı duyarsınız. Nitekim çocuklar çil yavrusu gibi dağıldılar ve olay 15 dakika sonra sona erdi. Dilhan, benim görevimi devralıp çocuklara ikişer dergi okuduktan sonra, epey geç bir saatte evine gitti. Hala kar yağıyordu..

Neyse, nasıl olsa okullar yarın tatil...

11 Şubat 2008 Pazartesi

GİRİŞ

Bundan böyle bloglarımı buraya yazacağım.
Buna karar vermemle blog sayfasını oluşturmam arasında 5 dakika geçtiği için şimdi ne yazacağımı bilmiyorum. Neyse, başladım işte. Çevirilere ara verdiğimde devam ederim.