28 Aralık 2008 Pazar

Mutlu Yıllar Bize


Burayı okuyanların yarısının bildiği üzere, Kaya ile doğumgünümüzü kutladık evde. Pek hoştu bana göre, geçirdiğim en güzel doğumgünüydü hatta. Arkadaşlarımın eğlenceye çıktıklarında filan ne kadar eğlendiklerini bilmediğimi fark ettim. Yani dün gece bana göre çok eğlenceliydi, huzurluydu, fakat kim bilir diğerleri belki de başka başka arkadaşlarıyla toplandıklarında hep böyle eğleniyorlar, onlar için eğlenceli ama diğerleri gibi bir gece olabilir pek tabi ki de. Olsundu, kırılan onca uzoya, dökülen limonataya, yanmaktan kurtarılan böreğe (inanmıyorsunuz ama yanımda birileri olmasa gözümün önünde fırında duran böreği yakabilirim), yatağımda yenen kuruyemişe, gecenin yüz karası olabilecekken Pınar tarafından son anda kurtarılan kısıra, tarif edemeyeceğim kadar tuhaf bir görünüşe sahip pastaya (ama tadı güzeldi naber)ve evde "nereye konulacağı bilinmeyen" tüm eşyaları tıktığım için herkeslerden sakladığım yatak odamın bizzat herkesler tarafından görülmesine rağmen ben acayip eğlendim. Sarhoş olmadım, dağıtmadım, kutlama değil mi eğlenecem lan diye kendimi zorlamadım. Herkesteki iyi niyet ve huzur çocuklara da mı yansıdı ne, o kaddar çocukla nasıl geçecek gece derken baktık çıtları çıkmıyor.

Kaya ile doğumgünlerimizin ardarda olması beni her zaman mutlu etmiştir. Hayatımdaki ilk aşkımın doğumgünü 30 aralıktı, ikinci aşkım Kayanın 28 aralık doğumlu olduğunu öğrendiğimde duygularımın ve içgüdülerimin tuhaf istikrarına hayran kalmıştım. Aslında ne değişik doğum hikayelerimiz var kimbilir. Mesela benimki; doktorlar 16 ocağa gün vermişler annemlere, fakat bizimkiler yeni eve taşınmak için 29 aralıkta karar kılınca 74'e anne karnında girmeyi bekleyememişim. Bir de beni hep mutlu eden bir şey söylerler, uzun süren işsizlik döneminden sonra 29 aralık günü babamın hem bir bebeği hem de yeni bir işi olmuş:) Ayol uğur bereket getirmişim canım aileye işte... (Aslında bu doğum hikayemi annemden dinlemek lazım, offf nasıl dallandırır budaklandırır, sanırsınız ki bir mesih doğuyor, yok efendim ben bir hafta gözlerimi açmamışım, sonra güneşli bir sabah yüzüme güneş gelmişmiş de gözlerimi aralamışım, bütün hemşireler filan wooow olmuş -aslında annemin tam bir abartma sanatkarı olduğu bundan belli, Almanya gibi bir memlekette yeşil gözlü doğan çocuğu kim ne yapsın-).

Şimdi huzurlarınızda sizlere çok teşekkür etmek istiyorum ve ediyorum (cümlenin neresinden tutsam elimde kalacak, böyle dursun en iyisi). Bizleri bu mes'ut günümüzde yalnız bırakmadınız, güldürdünüz, içirdiniz, yeri geldi uzo şişesin kırıklarını bezlerle sildiniz, yeri geldi çekil kız kenara deyip mutfağa el attınız, bizi güzel hediyelere boğdunuz, anam sex bomb'da çiftetelli bile oynadınız daha ne isteyeyim...

Kızlars, var mısınız her birimizin doğum gününü böyle şenlikli kutlayalım? Şahsen bendeniz yıl sonu ev toplaşmalarını her sene yapmaya karar verdim, sizinkileri de yaparsak yılda en azından 4 kez görüşmeyi garantileriz:) He?

Neyse, 35 yaşım hoşgeldi diyorum. Artık olayı kaptım sanırım, bundan sonrasını ben hallederim:)

23 Aralık 2008 Salı

Almanyaya dair hatırladığım çok net kareler var. Birinde apartmanımızın arkasındaki çocuk bahçesine oynamaya inmişiz, yan apartmanda oturan ve bizden birkaç yaş büyük olan ikizler de bizi görünce inmiş ve bize direk Domuz Türkler diye bağırıyorlar (tabi alamanca). Diğerinde apartmandaki çocuklardan birinin doğumgünü ve biz de davetliyiz, çeşitli oyunlar oynanıyor ve diğerleri bizi seve seve içlerine alıyorlar. Sonra okulda (ki 3 yıl içinde 3 okul değiştirmiştik), tek arkadaşımın Yugoslav bir kız olduğu (yabancı dayanışması) sınıfımdaki tipler mütemadiyen bana bakıp bakıp gülüyorlar. Bir diğerinde sanırım bahar bayramını kutlamak için pikniğe gidiyoruz fakat anne ve babam kim bilir neden dolayı yoklar ve bizi komşulara emanet etmişler, komşular gayet sıcakkanlı bağırlarına basıyorlar iki küçük bebeyi (Amanın tam da Çağla Sinan yaşındaymışız ha).

Bir akşam okulda veli toplantısı vardı. Annemler bizi evde yalnız bırakıp toplatıya gittiler. Sıkı sıkı da tembih ettiler, kapıyı açmak yok, dışarı çıkmak yok diye. Bunlar gittikten bir süre sonra elektrikler kesildi. Biz panik tabi. Karanlıkta çizmelerimizi bulmaya ve giymeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Düşündüğümüz tek şey okula gidip ana babamızı bulmak. Çıkıyoruz dışarı, kapıyı kapatıyoruz ve o an hatırlıyoruz: anahtarı unuttuk! Of yai bir üzülüyoruz bir korkuyoruz, şimdi annemler bunu duyunca kim bilir amma kızacaklar, ne salağız, ne salağız! Neyse okul yolunda ilerlemeye başlıyoruz. Galiba çok yavaş yol alıyoruz yalnız. Çünkü okula henüz varmadan anan baba kılıklı tiplerin bizden yöne geldiklerini fark ediyoruz. Ama vazgeçmek yok, salağız ya... Okula dek gidiyoruz sanırım, ama kapı duvar. O zaman daha da korkuyoruz. Çünkü giderken anne babaya gidiliyor, onlarsız dönüşse cehennem gibi. Issız yolda, ağır ağır ve artık ağlayarak geri dönmeye başlıyoruz. Hem anahtarı unuttuk hem de geç kaldık. Annemler eve de giremedi, eyvah çok kızacaklar... Geri dönüş yolunun ortalarında sanırım, bir araba yanaşıyor dibimize. Penceresini açıyor ve Çocuklar wehr bist du? diyor (hehe kırık almancamla yazdım, kim bilir doğru mudur), yani neredesiniz len siz? bakıyoruz ki alt komşumuz adam. Hemen atlıyoruz arabaya, anneniz babanız sizi çok merak etti diyor, bir daha sakın haa diyor. Evin önüne geliyoruz. Şimdi atmayayım, çünkü sadece aklımda kalanlara güveniyorum ama apartmanın önünde sanırım polis arabası var (yoksa öyle olması gerektiğini mi hayal etmişim). Apartmanın önü kalabalık, konu komşu da çıkmış. Annem babam apartman kapısının önünde panik haldeler, annem ağlıyor. Bizi görünce hemen koşuyorlar, sevinçten konuşamıyorlar bile. Bizse sürekli özür diliyoruz, elektrik kesilince korktuk anahtarı almayı unuttuk, kızma anne noolur diye. Geliyor ve deli gibi kucaklıyor bizi. Anahtar umrundan değil. Herhalde ömründen bir iki sene gitmiş. Biz azar işitmemenin sevinciyle eve giriyoruz. Ve ilk heyecan gidince azar değil ama tembih üstüne tembih yiyoruz. Şimdi düşünüyorum da, tuhaf bir anı. Annemlerin o yaştaki çocuklara evde yalnız bırakacak denli güvenmesi, bizim elektrik kesintisinden korkup da daha dehşet olan dışarıdan ürkmememiz, bir veli toplantısının gecenin bir yarısı yapılması (herkesin mi çocuğunu bırakacağı bir yeri varmış kardeşim bu Almanyada)...

Biz kardeşimle çok mutsuzduk Almanyada. Geceleri yatağımızda bir oyun oynardık. Gözlerimizi uzun süre kapatalım ve süreli dua edelim, açınca Botaş'ta olalım. Ya da bir bina olsun, böyle ince uzunundan, bir ucu bizim evde diğeri Botaş'ta olsun, yürüyelim yürüyelim varalım Botaşımıza. Fakat heyhat, hayaldi bunlar, olmayacağını bilirdik ama denemekten de geri kalmazdık.

3 yıl kalmışız Almanyada, ama şimdi sorsanız bir on yıl geçirdik derdim. Botaşa döndüğümüzde dünyalar bizim olmuştu. Bilmem ki artık gözümüz kapalı çok mu dua ettik (ya da bu oyunu babamlar duydu da dayanamadılar mı), yoksa dönmek o kadar uzun bir binayı yapmaktan daha mı kolay geldi bizimkilere, kendimizi bir minibüs dolusu eşya ve yeni bir kardeşle Türkiyede buluverdik birden. Almanyada tek bir şey bıraktım geriye, tatlı arkadaşım Silvana. Adresler alınıp verildi, ama sanırım bizden bir süre sonra o da döndü yurduna. Şimdi facebookta arıyorum, ama ne Silvana'nın soyadı var aklımda, ne de Yugoslavya kalmış geriye.

20 Aralık 2008 Cumartesi

işte öööle birşey


Her daim bir yoğunluk, her daim bir kendini bilmezlik, yorgunluk. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir, misafir dediğin habersiz de gelir ( çok düşündüğüm belli oluyor mu bu uyak için?). Farkındayım, sürekli aynı sularda yüzüp duruyorum, aman evime şunlar geldi, aman pis buldu bal dökmedi. Ama şu günlerde ben bunlardan ibaretim arkadaşlar, yapacak bir şey yoktir...

Dün arabamız bozuldu yol ortasında. Eryaman tarafına gidecektik, giderken de yoldan Kayayı alacaktık. Fekat ben ne düşünüyorsam artık, Kayayı unuttum sürdüm arabayı Eskişehir yoluna. Neyse ki fazla yol almadan geriye dönmeyi akıl edebildim, fakat araba bu, öyle bir ileri bir geri kaldıramadı zaar, duruverdi yolcağızın bir kenarında. Ben böyle dörtlülerini yakmış ağlamaklı Kayayı ararken çocuklar arabayı kime satabileceğimizi tartışıyorlardı. Aslında tek sorunu LPG, onu kullanmasam tık yok maşallah arabamda, bu güne kadarki yol ortası durmalarımızın hepsi benim bu ucuz alacak kadar zengin kafamdan kaynaklanıyor. Bir daha mı tövbe ama, bundan kelli benzinden öte enerji içeceği tanımıyorum.

Her ne ise, Kaya geldi, ben Eryamana gitmelerden çoktaan vazgeçmiş halde sonunda çalışmaya karar veren arabamızı eve doğru sürerken evine doğumgünü kutlamasına gideceğimiz arkadaş aradı, bi koşu bizi gelip alacaaamış, neredeymişiz, bekleyeymişiz. Velhasılı kelam biz bunlara gittik, hoştu beşti derken 4 yaşına basan velet için gece 11 civarı güzel bir pasta kestik. Çaylarımızı, kolalarımızı içtik, arta kalan mantıyı indirdik. Doktor-hastane-devlet üçlüsü ile ilgili duy da inanma sohbetimizden sonra gecenin şaşkın bakışları altında 3 civarı yer yataklarımıza girebildik. Sabah 8'de, kim bu sabahın köründe bangır bangır şarkı çalan densiz derken açtım gözlerimi, çalar saati kurmuşum meğer geceden. Güldüm ağlanacak halime biraz. Derken yola koyulduk yine aynı ekiple, Kaya nöbete biz havuza. Ben keşfettim, bu çocuklar uykusuzluktan güç alıyorlar, 5 saatlik uyku ve bir saat yüzmeden sonra insan olan biraz yorulur di mi? Aman nerde, yüzmeden bir arkadaşlarıyla eve geldiğimizde (annesi kuaföre gidecekmiş, ben de kıyamadım çağırdım bebeyi - yalaaaaan çocuklar oynasın ben uyuyayım, tek derdim buydu) oynamaya, kavga etmeye, acıkmaya, konuşmaya gani gani enerjileri vardı valla. Tam onlara yemek hazırlarken eski komşu aradı, kızlarını akşam bize bırakmak isterlerdi, olar mıydı. Olmaz mı yavrum, körün istediği bir göz... O arada nasıl oldu bilmiyorum, Seçil geldi kahve içmeye diye. Ondan hemen önce de yüzme bebesinin annesi. Böyle kahvenin biri gitti biri geldi bi ara. Telefon çaldı, kapı çaldı, evde ses çıkaran ne varsa avaz avazdı sanki. Seçille geyiğe başladık ki eski komşu alelacele kapıyı tıklattı. Evimiz canımız, her ihtiyacı karşıladı. Açları doyurdu, acelesi olana tuvaletin yolunu gösterdi, her tür sıvı alımına izin verdi, topuklu ayakkabı sevdalısı iki küçük kıza çizmeleri sundu. Sonra ben, Seçil, Suzan kendimizi bilgisayarın önünde bulduk. Photoshopu açtık, oynadık durduk fotolarla. Pek bir eğlendik, çayın bir gitti diğeri geldi. Seçil bir kahve içmek için geldiği evden, annesini e hadi artık telefonuyla 6 saat sonra anca çıkabildi. Ben mutlu oldum, bir cumartesi günü, üstelik evde ancak böyle hoş ve relax geçirilebilirdi.

Şimdi dizi zamanı, ey ahali koşun açın tnt'yi, cold feet başlamak üzere...

18 Aralık 2008 Perşembe

Hiç tahmin etmediğim bir arkadaşım Issız Adama gitmemi tavsiye etti. Şu şunu demiş bu şöyle oynamış demeyeceksin ama, sadece kendini bırakacaksın, öyle güzel geliyor ki insana dedi. Günümüz şehirli insanının hayatını çok güzel yansıttığını da söyledi. Ben de filmin isminin iki anlama gelmesini hoş bulduğumu söyledim. Nereden duyduysam (film hakkında çok az şey biliyorum çünkü) esas kızın isminin Ada olduğunu biliyordum, "Issız Adam"ın hem kadını hem de adamı kastetmesini de romantik bulmuştum (aslında kadını kastetmesi pek hoşuma gitmişti). Giderim belki bir gün, ama Çağan Irmak'ın filmlerindeki o yapmacık havaya ısınamıyorum bir türlü. Belki de arkadaşımın demek istediği de buydu, oyunculuğa, laflara bakma, filmin kendi güzel. Tabi ya, eski Türk filmleri de böyle değil miydi, her türlü olası dışı olayı kabul ederek, yukarıdan sarkan mikrofonları filan görmezden gelerek izlemedik mi sanki yıllarca...

Dün bütün o "biryandanküfürederkendiğeryandanveliolmayaadapteolmayaçalışma" hallerimin arasında 1 saat vakit buldum ve mağaza gezmesinden önce beni yürütmez hale getiren tuvalet ihtiyacım için D&R'a gittim (hehe intikam soğuk yenen bir yimektir). İşimi bitirdim çıktım, fekat dışarı çıkmadan önce en azından indirimdeki kitaplara göz gezdireyim de görünen-görünmeyen kameralardaki gözleri dikkatini çekmeyeyim dedim. Çok güzel bir kitap buldum, Sabahattin Ali'nin Resimli Hayatı (Eminim kitabın adı böyle değildi, ama ortada bir şair, bir hayat ve güzel resimler vardı). 20 YTL diyordu kitabın arkasındaki etiket. Yuh dedim cevaben. Ucuzluğunuz bu mu kappe dünya. Bir koydum bir elime aldım kitabı. Sayfalarını karıştırdım, öyle de güzeldi ki. Sabahattin Ali'yi birinci elden, kızından okuyabilirdim. Fotolarına bakıp dakikalarca hayale dalabilirdim. Öldüğünde yanında bulunan kitap, defter ve fotoğrafları büyüteçle inceleyebilirdim. Bendeki bu Sabahattin Ali merakı Kürk Mantolu Madonna ile başladı. Yok yok, daha önce tabi ki şarkıya konu güzel şiiri ile (Başını göğsüme sakla sevgilim/güzel saçlarında dolaşsın elim). Aşkı sevgiyi bağlılığı kadın güzelliğini S.A.'dan daha güzel ifade edenine rastlamadım. Ki aşk meşk konulu hiç bir şeyden fazla haz etmiyorum uzun süredir. Hayatı hakkında pek bir şey bilmiyorum, ölümünün hazin oluşu dışında. Ama kafamdaki Sabahattin Ali sakin, kadınına tam kıvamında değer veren, efendi, kimseyle özel bir derdi olmayan, hüznü yerinde, neşesi yerinde, güvenilir ve bir şekilde hep kazık yemiş bir adam. Bulduğum kitap kafamdakileri sorgulayabileceğim mükemmel bir kaynaktı. Ama almadım. Çünkü öküzüm. Başka açıklaması yok. Ama alacağım. Çünkü neyse ki eğitilebilir bir öküzüm.

Bayramda yaptığım onca hazırlıktan sonra (dolma ve şekerpareyi kastediyorum:)evimize sadece Nazlı ve Tolga çifti geldi. Sağolsunlar, bayatlamadan az önce de yaptıklarımdan tadabildiler, fekat evimin o düzgün halini ancak hayallerinde canlandırdılar, çünkü bayramın 4. günüydü... Cuma geceyarısı da Umut Hanım ateş almaya geldi, ve Pazar günü Pınar Mınar Hanım evimizi şenlendirdi oğluyla. Umut gece 1'de geleceği için rahattım, çocuklar uyumuş olurdu, e Kaya da nöbetçiydi, artık vur patlasın çal oynasın sabaha kadar muhabbet ederiz diyordum. Umut 1'de geldi gelmesine, fakat canım bebelerim saat kurmuş gibi bundan 15 dakika sonra uyanıverdiler. Umut hoş bir insan, gerçekten de. O saatte çocuklara resimli bir faaliyet gösterdi, onların yaptıklarını ciddiye alıp önerilerde bulundu. Bizimkiler de bundan güç alarak sabah 5'e kadar beyaz gece keyfi yaptılar (ay ay ay Beyaz Geceleri hatırladım, ne güzeldi beee).

Pınar yavrum bizim eve ne zaman gelse temizlik yapar. Ya kendimi çok acındırıyorum ya da ona bile gerek kalmıyor, evin hali ortada oluyor. Hemen alır eline bulaşık süngerini veya süpürgeyi, başlar işin ucundan tutmaya. O gittikten sonra halimden biraz utandım (çok değil ama:) ve toparlayım bari evi azıcık dedim. Sonra da evimin makus talihi hakkında düşündüm. Evi temizlemem demek eve misafir gelmeyecek demektir, bu hep böyle olmuştur. E tabi sen misafir gttikten sonra işe koyulursan daha çook düşünürsün makus bilinçli talihini evinin. Gerçek şu ki ben Pınarı, Gülruyu, Nazlıyı, Umutu, Ebruyu misafirden saymıyorum, sorun da buradan çıkıyor. Onlar evimin demirbaşları gibi, en berbat halimi bile görmelerinde sakınca yok (ki gördükleri başka bir halim de mevcut değil:P).

Bak göresim geldi şimdi sizi kızlar, içimden hep dediğim şeyi ahanda buraya yazayım: Çok seviyorum ben sizi, yeminle. İyi ki varsınız hayatımda. Bunaldığım sıkıldığım anlar oluyor sizden, daha iyi olabilirler neden değiller ki dediğim de, ama olsun, her derdimi anlatıp teselli bulacağım taş gibi kızlarsınız. Ne kadar itici gelse de kız dayanışması denilen şeyi sizde görüyorum (kız dayanışması deyince aklıma hemen Sex and the City geliyor, o gelince de İstanbulun hiç kimseyi hiç bir şeyi beğenmeyen salak paralı kızları geliyor, ama gelmesin di mi, tamamen ayrı dünyalarda takılıyoruz onlarla sanırsam). Tüm bu sevgilere karşı o bunaldığım zamanlarda arkanızdan konuşuyorum, hem de çatır çatır. Bu da beni feci rahatsız ediyor. Ama yüzünüze söylesem olmaz diyorum, o yüz ifadelerinizi görmek istemiyorum. Hemen savunmaya geçmenizi istemiyorum, ki bunu yapacağınızı biliyorum. Bunun bir çeşit rahatlama olduğunu düşünüyorum, konuşuyorum ve yük benden kalkıyor. Böylece size çemkirmiyorum. Noolur affediniz beni, 35 yaşımı doldurmama az kaldı, ben kendimi böyle kabul ettim, siz de bozmayınız e mi?

Bira içiyorum, çenemin açılması bu yüzden. Demin Çağla uykusunda sayıkladı, bunu sık sık yapıyor. Çocuklarımız göz bebeğimiz, her şekilde kabul etmeye hazırız onları. Anne olmadan önce sorunlu çocuklara bakışım fena halde önyargılıydı, her şeyin ana babadan kaynaklandığını düşünürdüm, gazetelerde orada burada ne bileyim katil olmuş gençleri okuyunca ana babalarının bunları reddetmesi gerektiğini düşünürdüm, hani yetiştirdiği insan kötü olmuş ya, hemen kesip atmalıydı. Ama şidmi sorsanız çocuklarını reddeden insanlara şaşıyorum, her ne yaparsa yapsın anne annedir baba da baba diyorum. Çok çok büyük bir laf tabi, ama umarım bunları sorgulayacağım bir hadiseyle karşılaşmam.

Amaaan nereden nereye geldik. Çok konuştum ben de, iyi geldi. Daha yazasım var gerçi. Şimdi mesela annemler (hatta annemin arkadaşları teyzeler filan) hep bizim küçüklüğümüze dair anılar anlatırlar. Yok sen şöyle yapardın, yok bir gün Serdar şunu yapmıştı diye. Öyle bir iki de değil, sürüsüne bereket anı var, sanırsınız ki biz kardeşimle komedi dans ikilisi her adımımız olay. Şimdi çocuklar bana bebekliklerini soruyorlar, anlattığım iki hikaye var, biri Çağlaya biri Sinana ait. Oysa ki benim yerimde annem olsaydı anlatacağı bin tane hikayesi olurdu bebekliklerine dair. Ya bende var bir tuhaflık (unutkanlık diyecektim pardon) ya da benim bebelerden komedi ikilisi çıkmayacak. Ay hiç güzel anlatamadım, sileyim mi, yok yok silmeyeyim (ben sarhoş oldum bu arada, kafamda sileyim silmeyeyim diyen iki tilki kavga ediyor).

Hadi kapatayım bir tilki silmeden bunları.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Kurban Bayramı hoşgeldi. Bu bayramın benim için, kimsenin umursamayacağı çok özel bir anlamı var; hayatımda ilk kez bir bayrama layığı ile hazırlanmış bulunmaktayım. Daha önceki bayramlara nedense tamamen hazırlıksız yakalanmaktaydım. Ev almış başını gider, çocuklar banyosuz, yeni kıyafetsiz odalarını dağıtır, ben giyecek elbise bulamam, bulsam ayakabbı uyduramam, Kaya her seferinde nasıl buluyorsa mutlaka delik çoraplarını giyer, mutfak kullanılmamaktan (ya da fazla kullanılıp temizlenmemekten) isyanları oynardı. Annemlerin evindeyken her bayram bir yerlere gittiğimizden, bayram hazırlığı, şeker, misafir ağırlama, ev gezmesi olaylarından bihaber yetiştim ben. Ve sırf bu yüzden bu durumlardan muaf olduğumu düşündüm yıllarca. Arife'yi bir kız ismi sandım ve gözlerimi gerçeklere kapadım uzun süre. Ama artık evli ve çocukluydum, bir şeyler yapmalıydım. Tam 5 sene boyunca evimi bayram havasına sokmaya uğraştım sonra, ve fakat alışmayan bünyede düzen durmuyor anacım, her seferinde bayramın ilk günü tüm odalara, banyoya, gardrobuma, mutfağıma bakıp bir an önce evden kaçmayı diledim. Nasıl olsa toparlayacak zaman yoktu, iyisi mi tez elden bayram gezmesine gidelim de misafirlerin ayıplayan bakışlarıyla karşılaşmayayım.

Bu sefer her şey farklı. Nasıl oldu bilmiyorum ama şu an evim tertemiz, düzenli, mutfağın penceresinden dışarıya zeytinyağlı dolma ve şekerpare kokuları yayılıyor ve en önemlisi benim giyecek güzel bir elbisem ve ona uygun papuçlarım var. Hatta ve hatta dün elbiseye uygun kolye bile baktım utanmadan. Saçlarımı da boyadım ve bayramlaşmaya gelecek eş dostu beyaz telleriminden mahrum bıraktım.

Çocuklar babaları ile nöbete gittiler. Onlara da ikinci derecede güzel kıyafetlerini giydirdim ki yarın asıl gezme görmelerde en güzelleri olsun üstlerinde. Sabahın köründe elimizi öpüp 20şer lirayı kaptılar hınzırlar. Sinan paşa hemen cüzdanına attı, verilen harçlıkları biriktirip Çin'e uçak bileti alacakmış. Çağlaysa yavrum öyle bonkör ki, geçen bayramdan beri aynı miktarda parayı cebe indirmelerine rağmen Çağlanın cüzdanındaki paranın yarısı arkadaşlarına, annesine babasına birşeyler ısmarlamaya gitti. Aynı ana babanın birbirine tamamen zıt kardeşleri işte...

Neyse, herkese iyi bayramlar diliyorum, bize uğramayı unutmayın. Büyüklerinizin elini öpün, bakarsınız size çocuk muamelesi yapıp cebinize harçlık koyanlar çıkar...

3 Aralık 2008 Çarşamba

Aralık ayına girdik şaka maka. Şimdi tutmayın bizi, ne planlar ne listeler yapar dururuz. Geçen sene sonunda yaptıklarımız hala bir köşede bekleyedursun, hem liste ve plan yapmak hayatın en keyifli tarafı değil mi? Keyfine yeterince düşkün biri olarak birincil görevimi yerine getiriyor ve aşağıya 2009 listemi yazıyorum.

İlgilinin dikkatine;

Aşağıdaki, bir alışveriş listesi değildir. Yeni yılımda yapmaya niyetlendiğim, ve fakat çeşitli unutkanlıklar, tembellikler gereği hep ertelediğim işlerin listesidir. Senin görevin, tüm bunları aklımda tutmamı sağlayacak enerjiyi ve hevesi vermen. Anlaştık?

Hadi hayırlısı

1. Bu sene Japoncayı pek bir arka plana ittim. Hele ki hikaye çevirileri filan, sormayın gitsin. Ama geçende ne yaptıım, onca yorgunluğuma rağmen yatak odasındaki kütüphanenin en alt rafında sararmaya yüz tutmuş da değil, resmen sararmış güzelim Japonca hikaye fotokopilerini aldım ve bir üst rafa yerleştirdim. Gülmeyin, bu bile benim için büyük bir adım, çünkü o fotokopilerin evimde olduğundan bile haberim yoktu:) Önümüzdeki hafta veya bugün yarın aklıma koyduğum bir tanesini alıp çevirmeye başlayacağım.

2. Her ne kadar evimle ilgileniyomuş gibi gözüksem de, kendisi için en ufak bir atılımda bulunamıyorum. Bu sene ev nedense küçülmüş gibi geldi bana. Eşya felan da almadık ama kendimi kimi zaman "tüm eşyaları atsam, yerde otursak yatsak, yerde ders çalışsak yesek, sadece kütüphanemiz kalsa" diye düşünürken bulmuyor değilim. Sadece kütüphane demek, ayrandan yoksun, tahtıravanlı bir ev demek oysa ki. Yani evin darlığı veya eşyanın çokluğu gözüme batmaya başladı. Böyle söylendiğim herhangi biri de dese ki, aman canım abartma, evinde o kadar da eşya yok, bi kaç parça attın mı tamam. Ama yok, herkes söylenmemi bekliyormuş gibi bir atlıyor. Bu konuya yeni yılda da bir çözüm bulunacağını sanmam. E neden yazdım, ne bilem, rahatlayayım diye galiba.

3. Çocukların okul dışındaki hal ve tavırlarını boşladım ben. Daha az ilgileniyorum onlarla. Oysa henüz bebelerken bu yaşlarında öğretmek istediğim bir sürü şey bulmuştum. Mesela bizimkiler özel okula gitmiyor diye yabancı dili evde az buçuk göstersem diyordum, nerdeee. Bebelerim bir şey "ders" adı altında olmuyorsa maalesef kaynatıyorlar. Dün bir deneme yapayım dedim, çok eğlenceli 25 dakikalık İnkilizce cd'ler vardı evde, onlardan bir tane koydum birlikte izledik, ben notlar aldım, cd bitince de kelimeleri tekrarladık. Güzel bir şey, basit de, ama işte devamlılığı konusunda garanti veremiyorum. 2009 yaz tatiline dek böyle idare eder, tatilde de öğretmenleriniz ödev verdi diye devam ederim. Sözü bu kadar da dinlenmeyen bir anayım işte...

4. Kitap okumaya bu şekilde devam etsem yeter. Bir kitap bir hafta on günde bitiyor, yenisine başlamam 2-3 gün alıyor. Bu konudaki tek eksiğim, bir önceki yazıdan da anlaşılacağı üzere bilgi yüklü kitaplara olan alerjim. Onu da aşmaya çalışayım bari.

5. Bu sene ailecek akşam görüşmelerimiz baya azaldı. Neden hakkaten? Misafir için yemek yapmayalı yıl olacak harhalde, yuh bana. Bu konuya eğilelim diyorum, huuu arkadaşlar!

6. Üstüme başıma çok şükür almaya başladım. Hatta artık almayayım diye bir kural koyabilirim. Ya insan kıyafetlerine biraz özen göstermeye başlayınca amma eksiği çıkıyormuş, valla pişman olmak üzereyim.

7. Aslında en önemlisi şu; çooook boşluktayım bu günlerde. Bu boşluğu bir şeylerle kapamalıyım acilen. Ve sırf bu boşluk yüzünden on dakikadır ekrana bakıp duruyorum. Yazacak bir şey bulamıyorum. gevezelik edesim de yok. Aslında bu blogu bile yazasım yoktu. Yazdım ama neyse ki. Peki, hadi bahsi kapatalım.

Çocukları almam lazım. Ben gidenzi.