26 Şubat 2009 Perşembe

Bugün size bir çocuk kitabından bahsedeceğim. Aslında niyetim iki tanesinden bahsetmek ama sanırım ilki bittiğinde gayet yorulmuş olacağımdan şimdilik bir tane diyelim.




Kitabın adı Kumkurdu. Yazarı Asa Lind, tüm şahane çocuk kitaplarının diğer yazarları gibi İsveçli. Bu kitabı çok uzun süre, kitapçıları her ziyaret edişimizde elime alır, bakar bakar ve yerine koyardım. Neden? Çünkü kitap hakkında bilgim yoktu, sadece kapağını beğendim diye de almak istemezdim. Öyle salak kitaplar almıştım ki sırf bu yüzden, yoğurdu üfleyerek yemek istedim. Fakat sonra şu meşhur indirimli kitap alışverişi olayından haberdar oldum. Alayım dedim, ne olacak ucundan köşesinden öğreteceği, eğlendireceği yerler vardır mutlak.

Burada bir parantez. Ben çocuk kitaplarına bayılırım. Elimde olsa Dostun tüm kitap reyonunu gösterip kasiyere, hepsinden birer adet derim, paket olsun diye de eklerim. Hayaller kurarım bazen, çocuklarım bu kitapları tek tek hatmediyorlar, ikisi de okuma yazma öğrenince hele, akşamları her birimizin elinde bir kitap (Kaya hariç elbet, o gazeteci), böyle sakin sakin okuyoruz. Aynı sahne değil ama, küçüklüğümde ben de odamda sahip olduğum üç beş kitapla aynı huzuru yaşardım. Ama kitap okumayı sevdirmek apayrı bir şey. Bana kalırsa örnek olunacak bir olay da değil. Ne insanlar var kitapkurdu, çocukları ateşten korkar gibi kitaptan korkan. Ama konumuz kitapkurtları değil, sadece Kumkurdu.

Kumkurdunda anlatılanlar didaktik değil. Aman yavrım koşma/etme/konuşma, şunu şöyle yap bunu böyle, yoksa cıs olur diyenlere göre değil bu kitap. Küçük bir kız var, Zackarina. Ve de altın sarısı derisi kuma benzer bir kurt. Deniz kıyısı bir yerde geçiyor hikayeler. Zackarina genellikle bir sıkınıtıyla deniz kıyısına iner, Kumkurdunu bulur, onunla sohbet eder ve sıkıntısı geçer. Kumkurdu onun dertlerini dertten saymaz, kıza çok farklı bakış açıları gösterir. Ve Zackarina bazen hayati bazen de eften püften olan dertlerini sahilde bırakıp ailesinin yanına, eve döner.

Mesela "Sonsuz Sosis" öyküsünde, Zackarina babasından evrenin sonsuz olduğunu öğrenir. Ama babası bunu bir akşam gezintiye öıktıkları sahilde, yıldızları gösterirken gelişi güzel söylemiştir. Zackarina evrenin sonsuzluğuna şaşırır. Günlerce bu konuyu düşünür, herşeyin bir sonu olmalı der, sosisin bile bir başı bir sonu vardır nihayetinde. Düşündükçe konu eğlenceli olmaktan çıkar, evren çok büyüktür ve sırf bu yüzden Zackarina evreni sevmez. Bunu Kumkurduna açtığında Kumkurdu ona:

"Gerçekten hiç bir şey son bulmaz"

"Hiç de" dedi Zackarina. "Elbette bulur"

Şekerlemeyi yutup ağzını kocaman açarak Kumkurduna gösterdi. "Baaak boş!"

"şeker" dedi Zackarina. "her zaman biter"

"Ama yok olmaz" dedi Kumkurdu. "Yalnızca midene iner ve orada başka bir şey olur"

Biraz düşünüp "Iyyk" diye yüzünü buruşturdu Zackarina.

"Evren herşeydir" dedi Kumkurdu. "Var olan her şey. Burada ve şimdi ve o zaman ve orada. Aydınlık ve karanlık, galaksiler ve yıldızlar, gezegenler, kuyrukluyıldızlar, trampetler ve kartallar ve ayılar ve bazen de bir pantolonun cebinde duran tozlu, kırmızı şekerlemeler"

"Benim biraz önce yuttuğumdan mı?" dedi Zackarina. "o da mı evrenin bir parçasıydı?"

"Elbette!" dedi Kumkurdu. "O da evrenin bir parçasıydı. Sen de Zackarina, sen de evrenin bir parçasısın"


İşte böyle sürüp gitti konuşmaları. Zackarina bunları babasına anlattı, babası yarı ilgili yarı ilgisiz onu dinledi. Ama kız mutlu olmuştu. Çünkü o da evrenin bir parçasıydı.

Bu kitabı çocuklara kahvaltıda okuyorum. Her sabah bir hikaye, henüz sonuna gelmedik. Her sabah hadi sofraya dememle Çağlanın içeride bir yerleri karıştırıp sonunda elinde kitapla sofraya oturmasından Kumkurdunu çok sevdiklerini anladım. Kim bilir merak edip de sormayı unuttukları, ya da henüz merak etme fırsatı bulamadıkları neleri öğreniyorlar, orası da onlarda saklı.




İkinci kitap ise, herkesin orasından burasından bildiği Pippi Uzunçorap. Çocuklar kitabın ve kızın ismine ilk başlarda güldülerse de, ısrarla tekrar tekrar okutmaları, doğru tercih yaptığıma kanıttı. Pippinin kitabını okumadım ben küçükken, nedenini bilmiyorum. Ama dizisini kaçırmazdım, kızcayızın atını tek eli ile taşıdığı sahneleri unutmam mümkün değil. Ne mutlu ki bana ve tüm yaşıtım annelere, çocukların harbiden sevecekleri, klasik oldu olacak bir kitabın doğru düzgün bir basımı var Türkçede. Pippi, Kumkurduna göre daha keskin bir kitap; düzene açıkça karşı gelen deli dolu bir kız var başrolde. Babası Cincin Adasındaki zencilere kral olmaya gitmiş, annesi ölmüş, atı ve maymunu ile eski bir evde tek başına yaşayan, çorapları mutlaka birbirinden farklı, okul yüzü görmemiş ama dünyayı gezmiş kızıl çilli sevimli bir kız çocuğu ve el bebek gül bebek yetiştirilmiş, temizliğe ve düzene alışık iki komşu çocuğunun hikayesi. Çok sevdiğimiz eski dostlar yani. Çocuğu olmayanlara bile tavsiye edebileceğim, insana hele ki ağzı doluysa kahkahalar attırırken yemek taneciklerini halıya oraya buraya püskürten eğlenceli bir kitap. Biz henüz birincisini okuduk, geride 3 tane daha varmış.

Her ne kadar çocuklarımıza güzel kitaplar okutmalıysak da, Doktor House başlamak üzere. Ben uzuyorum. Siz de uzayın...

22 Şubat 2009 Pazar

KISSADAN HİSSE

Aslında çok hevesli geçtim bilgisayar karşısına. 1 saattir de yazıp yazıp siliyorum. Amacım, geçmişte yaşadığım tuhaf sürprizleri yazmaktı. Ama bir türlü lafı kısaltamadım, laf kısa olmayınca madde madde yazmanın da anlamı yoktu. Sildim ve bu kez iki cümle yazdım, e takdir edersiniz ki iki cümle ile tuhaf bir sürpriz anlatılmaz. Ben de konuyu kapadım, yeni konum da yok. Böyle takılalım işte, ben konuşayım siz dinleyin...

Dün Sinanın sınıftan bir arkadaşı geldi annesi ile. Yorgundum ve başım ağrıyordu. Baş ağrısı ile misafir ağırlamak felaketmiş, gülsem sol yanım tutuyor, şaşırsam alnım. Neyse ki çocuğun annesi umduğum gibi vıyk vıyk çıkmadı. Hatta tam tersi, fena halde yakın buldum kendime onu. Cümlelerimizi tamamlayıp durduk sürekli. Ailecek rahat, hırstan yoksun, dağınık tiplermiş, bunları duyunca bir kanım kaynadı sormayın. Çünkü hafta içinde yine Sinanın bir arkadaşının evine birkaç saatliğine konuk olduğumuzda evin hanımına ilk sorduğum soru "Evini nasıl böyle düzenli tutabiliyorsun?" olmuştu. Sanırım benim için insanlarla belli bir samimiyeti yakalama noktası bu soru. Çünkü verecekleri cevap ne olursa olsun kendimi açıklama fırsatını elde ediyorum. Titiz de olsalar dağınık da, onları ileride görebilecekleri manzaralar karşısında uyarmış oluyorum. Ben demiştim avantajı... Neyse, bu dünkü kadın için hiç gerek yokmuş aslında konuyu açmama. Çünkü birçok konuda benim tıpkı basımım gibiydi adeta. Almanyada yaşamış, Almancayı çok seven, İkeadan haberdar (okuldaki velileri görseniz İkeayı bilen birini tanımanın ne kadar sürprizli olabileceğini anlardınız), ortak arkadaşlarımızın olduğu, kitap okumayı seven, kafamdaki gündemden haberdar (film adlarını sıralayınca höö? demeyen, yazarlardan bahsederken kitaplarını söyleyen, her tür markayı bilen yani), dinleyen, babası çevirmen olduğu için benim halime aşina olan bir hatun. Bunlar tıpkı basımım olmadı galiba, ama hissettiğim buydu. Oğlunun ve Sinanın bir çok ortak özelliği çıktı, beni en çok şaşırtan da çorap çıkarmaya karşı olan aşırı hassasiyetleri. Küçüklüklerinde diğer bebelerle oynamayan, tek başlarına oyun kuran çocuklar. Şimdi olmasa bile geçmişte diğer insanlarla ilişki kurmakta, sosyal olmakta zorlanmış olan çocuklar. Kurallara fazlasıyla sadık, hafif takıntılı çocuklar. İşin bu kısmında onun oğlu ile Sinan arasında bir fark ortaya çıktı. Oğlu geçmişte erken fark edilen bir hastalık geçirmişti, valla adını da söyledi ama unuttum, bir çeşit sosyal uyumsuzluk rahatsızlığı. Erken fark edildiği için tedavi edilmiş, ve hala özel eğitimi süren bir şey. O hikayesini anlatırken kafama dank etti, çünkü oğlunda görülen özelliklerin çoğu, geçmişte daha hafif şekillerde Sinanda da vardı. Acaba biz farkına varmadan Sinan da mı böyle bir olay yaşadı, bilmem ki. Belki de kıyısından döndü, ya da bir uyumsuzluk vardı ama çok hafif. Ne olursa olsun, Sinan şimdi bana göre inanılmaz bir çocuk. Aklı farklı şeylere çalışıyor, ve ben hala onu keşfetmekle meşgulüm. Çağlayı çok daha iyi tanıyorum, vereceği tepkilere alışığım. Ama Sinan beni çoğu kez şaşırtıyor. Sanki ona yetemeyecek gibiyim. Yetiştirme anlamında ona verebileceğim sadece sevgim var, diğer herşeyi başkalarından öğrenecek maalesef.





Ne diyordum ben ya? Bugün de yazdıkça yazasım, konudan konuya atlayasım var. Oscarı törenlerini bekliyorum. Kızılaya gittik bugün, PS I love you aldım, Elveda Lenin aldım, bir de Ölü Gelin. PS ILU'yu seçince satıcı kim önerdi bunu diye sordu. Öyle bir ses tonuydu ki, yanlış bir seçim mi yaptım lan şimdi acaba dedim. Arkadaşım dedim. Çok güzel bir film, harika bir öneri dedi. Nazlıı, kulakların çın çın öttü mü şekerim? Çocuklar ilk kez biriktirdikleri harçlıkları ile kitap aldılar. Çağla son anda vaz geçti ama Sinanın 3 kitap için bana bir para uzatışı var, görmenizi isterdim. Al sen şu 20 lirayı, bir lirayı da sen verirsin benim yok (kitapların toplamı 21 tl ediyordu) dedi ve oturdu sandalyeye incelemeye başladı aldıklarını. Ne çamura yatma ne sonra öderim ayakları. Sonra simitçiye oturduk, tek bir simit aldım, paylaştılar. Ben çayımı içerken ezan okundu, ikisi ayağa kalkıp dans etmeye başladılar, yan masada oturan hatun bir kahkaha patlattı, bense oralı olmadım. Akşam Monk izlediler, anlamadan etmeden. Sonra kendi başlarına kağıt kesip biçtiler, oyun oynadılar, göya benden gizli tatlı yediler. Bir gün de böyle güzel bitti.

Geçen hafta sevgililer gününde Gülru ile kardeş kardeş bir gün geçirdik. Çok istediğim bir arkadaşlık ilişkisi böylesi, eve gelip artık ne bulursak günü yaşamak, çocuklarla öfkelenip çocuklarla gülmek, hiç bir duyguda canı sıkmamak, karşındakini tanımak ama kendin gibi davranmak. Türkçeye nedense Milyoner olarak çevrilmiş Slumdog Millionaire'yi izledik gece heyecanla. Sonra da bilgisayardaki fotoları yükledik cdlere. Sabah erken kalkma derdi olmasa daha da otururdum şahsen. Bu tarz günleri daha sık yapmak istedim. Hep istiyordum zaten.



Bir takım zanat dakikaları



Daha anlatacak birşey var mı? Şimdilik bu kadar. Feci bir ortaya karışık olmamıştır umarım. Yazdıklarımı bir kez daha okuyamayacağım, Oscar başladı başlayacak. Türk blogları ilgili birkaç yazı okudum, hepsine de hak verdim, birbirinin aynı bir sürü sayfa. Buna benimki de dahil. Hiç bir özgünlüğü olmayan, olmadığı için de takip edilmesi sıkıcı şeyler. Ama yazmak rahatlatıyor. Di mi?

17 Şubat 2009 Salı

Zorla yazıyorum. Canım teknolojik aletlerin çook uzağında durmak istiyor. Cep telefonunun, bilgisayarın, televizyonun. Genellikle çok sevdiğim aletler bunlar, öyle doğal yaşayayım, teknoloji ruhumuzu öldürüyor gibi düşüncelerim yok. Sadece ara vermek istiyorum, rutin hayatımdan farklı yönlere kaymaya ihtiyacım var belki. Bundan anladığım da bilgisayardan uzaklaşıp el işleri yapmak sanırım. Evet, el işine taktım son günlerde. Çocuklarım pek ilgilenmeseler de sürekli notlar alıp kağıtla, boya kalemleriyle, makasla haşır neşir oluyorum. Çağla ve Sinanın önüne milyon tane imkan sunduğum, dağınıklığı önemsemediğim, her an desteklediğim için el işi-faaliyet gibi şeyleri çok da iplemiyorlar, en azından benim kadar önemsemiyorlar. Bense hayaller içindeyim, uzaktaki arkadaşlarımla kendi ellerimle kartlar, çerçevelik kolajlar hazırlamak, evimin duvarlarını, buzdolabımın kapağını süsleyecek abuk subuk resimler yapmak, nereye koyacağımı bilemediğim için muhtemelen çöpü boylayacak incik cıncıkla çevremi doldurmak istiyorum. Çok mu şey istiyorum bilemedim ki. Hele ki bu durumun ruh halimdeki neyi yansıttığını filan, hiiç araştıramayacağım.

Dün Selma Teyze ve Seçil bizdeydi. Biraz sürpriz bir buluşma oldu, ama gece sona erdiğinde gelmelerinin ne kadar iyi olduğunu düşünüyordum. Biraz içtim, hiç sakınmadan ve başım ağrır diye endişelenmeden. Konumuz nasıl olduysa Allaha ve dinlere geldi, ki hayatta sorgulamak istemediğim en önemli konulardandır bunlar. Seçil ve Kaya konu üzerinde karşılıklı şahane diyaloglar kurarken kendi dinsel yolumu düşünüyordum. Ve sonunda Selma Teyze sordu: sen ne diyeceksin bu konuda Özlem??? Benim din ve Allah hakkındaki düşüncelerim lise yıllarıma, hatta üniversitenin başına dek hep öğretilmiş olana inanmaktan ibaretti. Pek fazla sorguladığımı hatırlamıyorum, lise sonda din hocamıza sorduğum birkaç soru dışında da kimse ile bu konuyu uzun uzadıya konuştuğum olmamıştı. Üniversiteden sonra ve son yıllara dek gayet mutedil, özel bir konu olmuştu din benim için. Dua etmek istersem ederdim, istemezsem etmezdim, konu bu kadar basitti. Ortamlarda din konusu açıldığında fena halde sıkıldığımı da eklemeliyim. Çünkü bu konuları konuşmak gereksizdi; hiç bir yere varmayan, bana birşey öğretmeyen, düşüncelerime zerre etkisi olmayan sohbetlerdi. Son yıllarda farkına varmadan dinden soğuduğumu, Allahın şu dünya üzerindeki her bir şeyden sorumlu olmadığını düşünmeye başladığımı da eklemeliyim. Ama bu kadar, ne pozitif ne de negatif çok da birşey ifade etmiyor benim için bu konu.

Selma Teyzeye, Kayayı tekrar kazanmak için saatimi kurup sabahın kör vakti dua okuduğumu anlattım. Elime bir dua tutuşturmuşlardı, gün doğarken okursan daha etkili olur demişlerdi. Benim için olayın saçmalığı hiç önemli değildi, bir amacım vardı ve her şeyi yapabilirdim bunun için. Aylarca o saat kuruldu, aylarca anlamını bilmediğim o kısa duayı okuyup yeniden uykunun huzurlu kollarına döndüm. Sonuç ortada:) Dua okumak işin ufak bir kısmıydı, Kayayı tekrar kazanmak için yaptığım onca şeyden sonra sonucun böyle olması şaşırtıcı değil aslında...

Selma Teyze verdiğim emek karşısında hayrete düştü. Takdirini gözlerinden okudum. Sevindim. Başka her hangi bir konuda bu kadar ısrarcı olsam nerelere gelebileceğimi düşündüm.

Dünkü Allah/din muhabbeti çok hoşuma gitti. Kayanın bu konudaki fikirlerine hayran kaldım. Bunca yıldan beri haberdar olmamamsa tuhaftı, o da benimkileri bilmiyordu. Dün bunları öğrenmiş olduk, bize birşey katmadı, ama birbirimizi tamamen tanıdığımız geyiğini de rafa kaldırmış olduk.

Offf, hayat değişik bir hal almaya başladı benim için. Hakkındaki düşüncelerim değişiyor, kötü de değil iyi de, sadece bekliyorum ne çıkacak sonunda diye.

6 Şubat 2009 Cuma

Durum Raporum: Pekiyi

Konfordan döndüm. Ye-İç-Yat'ı terk ettim. Önüme konan hazır yemeği, yıkanıp ütülenen mis gibi çamaşırı ardımda bıraktım. Banyo için elektrikli şofbenin beklenmediği, çocuklar ne yiyecek, kaçta yatacak derdinin uğramadığı, gecenin bir yarısına kadar kahkahaların yankılandığı ana evinden çıktıktan 3 saat sonra evime vardım. Ankaraya döndüm.

İzmir tatilim kısa ama dolu dolu geçti. Görmem gereken herkesi gördüm, çünkü İzmir ufaktı ve bizim sülaleye yarı yıl tatili uğramamıştı. Anne ve baba tarafımın her birinin 6şar kardeş ve bilimum kuzenlerden oluştuğunu düşünürsek, sülale dışına çıkmam kimseye hayırlı olmazdı zaten. Baba tarafımdan 2 hala, 3 kuzen gördüm, anne tarafımdansa saymaya üşeneceğim kadar çok kişi. Her biri ayrı lezzette ve tatta. Büyük ailelerde yaşam eğlencelidir, her kafadan bir ses çıkar, kahkaha ve kavga eksik olmaz, hani bir elin nesi varla başlayan atasözü nerede çoklukla başlayan atasözü ile dans eder her an. Ben severim büyük aile olmayı, iki çocukla yetinmiş olsam da büyükanne ve dedelerime eline sağlık demesini de bilirim böyle zamanlarda.

İzmire vardığımda annemin evinde 7 kişi kalıyordu, biz sayıyı tümledik gelişimizle. Uçağın varış saatinin Yaprak Dökümüne denk gelmesiyse annemi ve evdeki hala ve teyzeleri az da olsa kızdırmıştı. Bir daha bilet alırken dizi akışlarını dikkate almam gerektiğini hissettim. İzmirde 2 teyzem yaşıyor benim: Yıldız ve Ayhan. Yıldız Teyzem bu kez baya bir yoğundu, evinde büyükten küçüğe herkesin abla dediği 90yaşlarında bir aile büyüğümüz vardı (Emine Abla), hasta ve bakıma muhtaç. Yıldız Teyzem tam da kendine yakışan bir davranışla ona evinde bakmaya başladı bir kaç aydır. Bakmayın, teyzem yetmişine merdiven dayamış, kendini zor hareket ettiriyor, ama vicdan derseniz henüz 20lerinde, taptaze... Yıldızın evindeki tek misafir elbette Emine Abla değildi, rahmetli Çiçek Teyzemin kızı (Gülşah) ve torunu da bir süredir onlarla yaşıyor. Aslında o kadar uzun bir hikaye ki onların orada kalması, neresinden başlasam yarım kalır. Ayhan Teyzemse "kocalı" bir kadın olmanın layığını verir her daim. Onun evinde o kadar çok misafir olmaz, çünkü eşi yarbay emeklisidir ve hem yarbay hem de emekli olması dolayısı ile gündüzleri gidilen, akşam kendi haline bırakılan bir ev olmuştur onunki genellikle. Her ikisini de çok severim ve bu durumu, beyi emekli olmuş tüm evlerdeki genel hal olarak algılarım. Bir de Osman Dayım vardır ki, evi İzmir tepelerine yakın olduğundan biz onu hep Sinanın "İzmirin dağlarına çıkacaktık hani, Osman Dayıya söyleyelim" cümlesi ile anar dururuz. Geçen yazdan özellikle Sinana sözü vardı dayımın, amma velakin bu seferki gelişimizde dayımın evi yatılı misafir akınına uğradığından gidemedik kendilerine, sanırım bir süre daha Sinan ve dağları şeklinde takılacağız. En küçükleri Oya Teyzem de annemin misafirlerindendi. İzmire en çok yakıştırdığım teyzem yıllardır Mudanyada oturur, ama her fırsatta gelir görür ablalarını. Ondan Hüseyin Üzmezle ilgili aslında gayet de bildiğimiz dedikoduları aldım arada. Bir de Gülşahın kız kardeşi var, Deniz. Ki kendisi çalıştığından kızı Ece annemde kalıyordu. Deniz de arada kızını görmeye geliyordu. Fena halde fırlama, hoş, bakımlı ve esprili bir kızdır Deniz. Kendince bir takım sorunları vardı fakat bu sefer. Eşinden ayrılmıştı, işi iyi gitmiyordu. Yine de kaya kadar sağlam çıktı karşımıza. Her ikisi de Bandırmada yaşayan halalarımsa her zamanki gibi ne yediklerine bakarlar ne de yattıklarına, onlar için önemli olan bir araya gelmek ve eğlenmektir. Güner Halam yetmişlerinde ve ben hala onun o kadar yaşlı olduğunun farkında değilim, çünkü espri yeteneği gelişmiştir, salak ben yaşlıları ne sanıyorsam artık ona o kadar yaşlı olmayı yakıştıramam. Günseli Halamsa İzmirde çalışan kızı Meltemin işten çıkışını ve bize gelişini bekledi durdu her akşam.



Günseli Halam


Güner Halam


Oya Teyzem


Her daim meşgul kadın: Ayhan Teyzem


Yorgun savaşçı: Yıldız Teyzem


Emine Ablamız

İzmire vardığımda durum böyleydi. Ben ve maiyetimdeki çocuklar halimizden gayet memnunduk. Kalabalık bir evde bulunmanın en güzel yanlarından biri, iş yapmasanız da kimsenin bunu fark etmeyeceği. Yemekler, ortalık toplama, bulaşık, çamaşır hep ortaklaşa yapıldığından kimsecikler benim sadece yatağımı toplamakla yetindiğimi fark etmedi. Ya da ben öyle sandım. Arada sofra kaldırma olaylarında kendimi göstermek namına bir iki bardak toplamışlığım, ve hatta biraz daha fazlasını bulaşık makinesine koymuşluğum olsa da, İzmir tatilimizin genelinde yan gel yat politikasını izlediğimi söyleyebilirim. Zaten bir şeyler yapmaya çalışsam muhtemelen büyüklerin hızına yetişmem imkansız olacaktı. Ben daha kalkıp yüzümü yıkarken onlar kahvaltılarını bitirmiş, yataklarını toplamış ve dışarı çıkmaya hazır hale gelmiş oluyorlardı. İşin güzel yanı, Çağla ve Sinanın da bu karnı doymuş ve ayakkabıları elinde gruba dahil olmasıydı. Çağlanın ödevi haricinde her ikisinin de yüzünü görmedim desem yalan olmaz. Çağla Ece ile oyundaydı, Sinansa onları tacizde.


Kankalar Ece ve Çağla



ve azılı düşmanları Sinan


Gidişimden 2-3 gün sonra Güner Halamın kızı Sema da geldi. Sema 45 yaşlarında, üniversiteye giden iki çocuk sahibi bir kuzen. En sevdiğim akrabalarımdan biri. Apayrı bir şahsiyet, her tanıyanın bir daha görmekten haz alacağı, komik, hazır cevap, kendiyle dalga geçmeyi çok iyi beceren ve yaşını hiç göstermeyen bir hatun. Benim ayaklara takıklığım biraz da Güner Halam ve Sema yüzündendir. Zamanın birinde bir Bandırma vapurunda karşılarında oturan kadının serçe parmağı ayakkabıdan fırlamış ayaklarını görünce ana kız öyle gülmüş öyle gülmüşler ki, kendilerini dışarı zor atmış ve tüm yolculuğu dışarıda, deli gibi esen rüzgarda geçirmişler. Semanın gelmesiyle ev daha da bir şenlendi. Gençliğindeki maceralarının tadı hala damaklardayken şimdi kendisine sinir olan kızı ile olan yeni maceralarını dinlerken karnımıza ağrılar girdi.


Rol yapan Sema


Gerçek Sema

Gidişimin ertesi günü Deniz ve Gülşahın (ki ikisi de aynı yerde çalışıyor) işten çıkarıldıkları haberi geldi. Böyle fena haberlerde anne tarafımın tepkileri muhteşem olur. İlk duyduklarında mutlak surette ağlar ve dövünürler. Ağızlarından ah yavrum, yazık, görüyor musun sen gibi bilindik kelimeler çıkar. Fakat ilk şok atlatıldıktan sonra, ki bu da ortalama 2 saat içinde gerçekleşir, olay sanki yıllar önce yaşanmış gibi bir kabullenme, bir şükretme faslı başlar. Sızlanmalar, Allah can sağlığı versin, yaa hayat bu işte, her şey daha güzel olacak gibi cümlelere bırakır yerini. Olaylara bu kadar çabuk adapte olmalarına bayılırım. Bu yüzden derim, bu yüzden bu sülaleden kahkahalar eksik olmuyor. Çiçek Teyzemin ölümünde herkes deli gibi üzgünken teyzemi kendi elleri ile yıkamaları tüm gözyaşlarını, üzüntüleri alıp götürmüştü mesela. Teyzemi son yolculuğuna kendi istedikleri gibi hazırlamaları onlara acayip bir teselli olmuş, genç yaşta yitirilen kardeşlerinin ölümü ile değil, sağlığındaki maceraları ile anılmasını sağlamıştı.

Cumartesi akşamı annem, kendi kardeşlerinin yanı sıra baba tarafından kuzenim Anjayı da yemeğe davet etti. Anja, Mete Amcamın kızı ve yıllardır İstanbulda yaşar. Ben onu yıllar sonra, utanıyorum ama facebook sayesinde bulmuş ve çok sevinmiştim. Fakat atladığım bir şeyler olmuş yine de, kızcağız altı aydır İzmirde yaşıyormuş. Anja, 40lı yaşlarında oldukça hoş bir hatun bana göre. 15 yaşında bir ergenin annesi. Çocuğunu yıllardır tek başına büyütüyor, ki ne kadar zor olacağını tahmin edersiniz. Ben aslında onun kız kardeşi Nicole ile yaşıtım, Almanyada yaşadığımız dönemlerde arada amcamlara gittiğimizde çok sevinirdim. Çünkü Nicole'e ve üç katlı şahane evlerine bayılırdım. Anja bizim ablamız gibiydi o zamanlar, bizimle pek fazla muhatap olmazdı, çok güzel bulurdum onu, hem güzel hem ulaşılmaz. Yıllar sonra görüşünce, fıkranın tersine güzelliğin baki kaldığına inandım. Hem gayet de ulaşılır buldum bu sefer onu. Alman aksanı aynıydı, halaları ile olan samimi ilişkisi de öyle.


Güzeller güzeli deniz kızı Anja


Kuzenler; Eda, Anja, Özlem, Sema, Meltem


İzmirdeki genel hal ve tavrım

Aile efradımla olan güzel saatlerim dışında bakalım neler yapmışım: sanırım üç kez ikeaya gittim. her seferinde ufak ufak birşeyler aldım. Sonuncusunda, havaalanına giderken hem yemek hem de son bir gezinme niyetiyle girdik Foruma. Hadi ikeayı anladım, Ankarada olmadığı için oradan birşeyler almak komik değil, fakat Koton, LCW gibi her köşe başında bulunan mağazalara da girip çıkmam benim hıyarlığım. Neyse, nerede kaldık, bir kez Karşıyaka çarşısına gittim, ki yaz sıcağında gezmekten farklı olarak ılık bir havada İzmire özgü mağazaları şöyle aheste aheste dolaşmanın da tadı bir başka oluyormuş dedirtti bana. İzmirin her birşeyi kendine has. Pastaneleri, bankaları, kaldırımları, vapurları, ve hatta belediye otobüsleri. Belediyesi gayet iyi çalışıyor. Çok ufak bir ayrıntı ama biletli otobüslere parayla da girebilme imkanı bence birçok vatandaşın işine yarıyordur. Ankarada biletin yoksa sen bir hiçsin mesela.

Bir gün İzmir Doğal Yaşam Parkına gittik çocuklar ve annemle. Şahane bir yer. Nasıl anlatılır bilmiyorum, aslında büyükçe bir hayvanat bahçesi ama öyle büyük ki hayvanlar ne kokuyor ne de perişan haldeler. Üstelik hiç birinin de hapishaneye tıkılmış gibi bir halleri yok. Mesela zürafa, zebra ve devekuşları aynı alanda, fakat bulundukları yerde ne bir çit ne de yüksek bariyerler var. Kendi halinde otlanırken bize denk gelen bir zürafayı Çağla burnundan okşayabildi mesela:) Sonra tropik alan gibi bir yer yapmışlar, yüksek tavanlı bir binaya giriyorsunuz, girer girmez bir sıcaklık ve nem (tıpkım yağmur ormanlarındaki gibi). İçinde timsahından dev kaplumbağasına, halka kuyruklu lemurdan papağanına dek bir sürü hayvan var. Kaplumbağayı sevebilir, papağanla sohbet edebilirsiniz. Biz meraba dediğimiz bir papağandan heveheve gibi bir cevap aldık, sanırım türkçeleri henüz kıt... İşin güzel yanı, yerlerin toprak, etrafın tropik bitkilerle kaplı olması. Amaan, gidip görmek lazımi anlatılacak gibi değil.

Son günümüzde de faytona bindirdim çocukları. Of nasıl bir eğlenceydi onlar için anlatamam. Faytonun pahalı birşey olmadığını da öğrenmiş oldum bu arada, yani annemler biz küçükken az bile bindirmişler diyebilirim. Faytoncular için trafik kuralları diye birşey olmadığını fark ettim. Ters yoldan da girdiler, hızlarına bakmadan en soldan da ilerlediler. Arkamızda mütemadiyen korna çalan belediye otobüsü bize nasıl bindirmedi hala şaşıyorum. Ama güzeldi, çocuklar çok eğlendi. Çağla, bir zürafa burnu ellemiş olmanın getirdiği özgüvenle atları sevdi ve tercihini güzel kokan zürafa burnundan yana yaptı.

Dönüş ve gidiş yolculuklarım dua ile geçti. Her hangi bir ses veya hız değişikliğinde, aha düşüyoruz galiba dedim durdum. Tamam, güzelliğin baki kaldığını söyledim ama, salaklık da aynı derece kalıcı, farkındayım.