21 Eylül 2011 Çarşamba

Evet, sabırla beklediğim o gün geldi. O gün, yani bugün, yani okulun ilk günü... Beklemem sabır doluydu doğru, ve bundan da anlaşılacağı üzere üç ayımızın son günleri "bu kadar uzun tatil mi olur laaayn" gibi, "Allaam 13 gün 4 saat 20 dakika kaldı" gibi, "len yoksa okullar açıldı da ben mi kaçırdım" gibi hoş iç sesleriyle doldu taştı. Fakat, kendimi iç sesime öyle kaptırmış olmalıyım ki, okullu hayatın, yani beslenmeli, ödevli, bol çamaşır ve ütülü, anne örtmen yarına 20 lira istiyorlu, kırtasiyeyi zengin edecek kadar masraflı (bugün kendi dedi, senin gibi 2 müşterim daha olaydı zengindim diye), yani kısaca "düzenli" hayatın ne menem birşey olduğunu unutmuşum... Zaten çocuk doğurmak bir, çocuğunun sınıf geçmesi iki. İlk bebeni doğurduğunda yaşadığın sıkıntıları unutuyorsun, ki bu da ikinci bebeni kucağa almanı sağlıyor. Yaz tatili de aynı; o olmasa tövbe billah bir sonraki sene çocuğu okula mokula yazdırmazsın... kim uğraşacak o kadar sitresle ay. oooooooy aradan bir gün geçti. ben bir kilo daha almış haldeyim. içtiğim 4 biranın sonucu olsa gerek... ay yazasım var ey dostlar. amma konu bulamıyorum. sizleri göresim var dostlar, ama konuşmak istemiyorum. annelerimizin babalarımızın hatırlayabildiğimiz yaşlarındayız (ulen daha güsel olabilirdi sanki bu cümle). misal şimdi 38'im ya ben, babam bu yaşında, dur bakayım, hah İstanbula taşınalı 2 sene olmuş, İstanbul Botaş'ta bi şey müdürüydü herhalde. annem de 3 çocuklu ev hanımıydı. en küçüğü okula yeni başlamıştı filan. babam bana çok yaşlı görünürdü, annem de. ama annem daha bir anneydi sanki. yemekleri düzenli yapardı, daha bir düzgündü galiba. benden daha yani... babamla kayayı kıyaslayamayacağım, gece imeye gitme dışında pek bir farkları yoktu. yani tarzları farklıydı sadece. aileyi geçindirmeye çalışan adamlar işte... aman sıkıldım bu konudan anacım. geçmişten bahsetmek istemiyorum bu akşam. gelecekten de asılnda. şu andan hiiç bahsedemem, 59 olmuşum lan tartıda! insanlar hala sıkılmadan blog yazıyor ya, ben ona yanıyorum. yani aslında tam da şu anda tek bir şey var aklımda: hikaye yazmak. blogdu, günlüktü, hayatın birebir kopyasıdı, kesmiyor şimdi beni. sarhoşken en bi yetenekli ben oluyorum ya, hikaye ulen, daha azı yetmiyor. amma gelin görün ki hikayemin ilk cümlesine takıldım. yani ilk cümlede takılmadım, aklıma gelen ilk cümle öyle birşey ki, o şekilde başlarsam hayatım kayar. şöyle ki: okuyacağınız hikayeyi sadece sarhoşken yazacağım (buyrun buyrun buradan yakabilirsiniz). aslında cümlem bundan daha afiliydi, ve fakat acemi bir hikayeci olarak daha ilk cümlemden falso vermemi yadırgamayınız (bunlar blog cümleleri, öyle olmalı, baştan z.çmayalım mümkünse). amaaan baştan alalım pliiiz.

5 Eylül 2011 Pazartesi

İkinci sınıftan sonra Çağlayı da Sinanı da bıraktım kendi başlarına ödev yapmaya başladılar, diyorum. Yoksa ben kafayı yerken onlar da psikopata bağlayacaktı, diyorum. En iyisini yapmışsın, diyor. Ders çalışma alışkanlığı kazanmaları lazım zaten, e okulda öğretmen yol gösteriyor, evde de anne gösterirse bu çocuklar kendi başlarına nasıl öğrenecekler ders çalışmayı, diyorum. Ben hatırlamıyorum, annem bize karışır mıydı acaba, mutfak masasına ablamlarla çalışırdık, galiba annem olmazdı yanımızda, diyor. Ama ben hala ders çalışmayı bilmem, diyor. Nasıl yani, diyorum. Gördüğümüz dersin, okuduğum yazının neresi önemli neresi önemsiz hala bilmem. O yüzden de çok zorlanırım, diyor. (Tıpkı ben)... Annelerimiz aslında ne rahat yetiştirmiş bizi, di mi? Ders çalıştırmak yok, çok televizyon izledi, bilgisayar oynadı yok, günde 3 bardak kola içmiş, 2 koli çikolata yemiş (oha, ona da birşey derlerdi herhalde) ne gam... Asıl dertleri çamaşır yetişsin, yemek yetişsin, ev işi yapılsın. Günlere gidilir, çocuk orada sıkılsa da git kendini eyle denir. Akşam gezmesine gidilir, çocuğun uykusu gelir, yatıver şuracığa denir. Yaz tatili dedin mi paniklenilmez, çocuk dışarıda kendi akranları ile büyür gider. Can sıkıntısı diye bir kavram yoktur, canı dayak isteyen çocuk vardır. Annemin bir kez olsun bize ders çalıştırdığını hatırlamıyorum. Hep böyle denir ama ben ne kadar kafa patlattıysam da yok, göz ucuyla bile derslerimize bakmamış annem. Zaten baksam da anlamazdım ki, diyor şimdi. İlkokul birdeki halim gözümün önüne geliyor; okul öğlen gibi biterdi (evet, sabahçıydık!!), eve gelir, öğle yemeğini yer, annemin bakmasa bile varolduğunu bildiği ödevleri alelacele, yaklaşık 10 dakika içinde yapar ve ayakkabıları giydik mi dışarı fırlardık. İlkokuldan sonra yatılı kıvamında bir okula gitmeye başlamıştım. Eve sadece hafta sonları gidiyor, okul günleri bir pansiyonda kalıyorduk. Annemin ve babamın o okulu yalnızca kayıt zamanı gördüklerinden şüpheleniyorum. Zira ne o okuldaki ne de ondan sonraki iki okulumdaki hiç bir veli toplantısına katılmadıklarını, lisedeyken hocaların zorlamasıyla annemin bir kez toplantıya katıldığını ve onda da bir sürü şikayet dinlediğini biliyorum. Ama umru değildi. Ki şimdi anlıyorum ki bunu rahatlıktan değil, bizi erken yaşta birey olarak görmeye başladığından yapmış. Kendince gayet haklı nedenlerle okul sorumluluğunu tamamen bize vermiş. Yaparsan da senin yapmazsan da senin demiş. Şimdiki annelerin asla başaramayacakları birşeyi, belki bilgisizliğinden belki de tam tersi çok bildiğinden gayet de güzel becermiş. Teşkürler anacık:) Yukarıdaki sohbet Hande ile yapılmıştır. Aslında kendi içinde acayip bir çelişki taşımaktadır. Ben, annenin derse dahlinin çocuğun aleyhinde olduğunu söylerim. Hande, buna hak vermekle birlikte, anne gibi bir yol gösteren olmadığı için hala nasıl ders çalışacağını bilmediğini iddia eder. Ve bu sohbet, hiçbir çelişkiyi iplemeksizin, herkesin birbirine hak verdiği bir şekilde sona erer. Canını yediğimin geyik muhabbeti...