28 Temmuz 2012 Cumartesi

on beş gün süren ama bana üç katı gelen tatilden sonra Ankaraya vardığım için çok mutluyum... hatta gişelerde, teknoloji sağolsun ipoddan hemen hareketli bir türkü açtım, oynaya oynaya geldik bebelerle Ankara merkeze. şimdi ben çok mutlu ve özlem doluyum ya, herkesi de öyle sanıyorum tabi. herkesler beni özlemiştir, yolumu gözlüyordur diye ayrı bir heyecan bile yaptım ayol. ama gel gör ki, ablasına kavuşan Güllü telefona cevap vermedi, Pınar da öyle. Pınar sonra aradı gerçi ama havaştaydım, rahat konuşamadım. ama asıl sürpriz Kayadan geldi anacım. akşamın 7sinde yola çıkmışım, gece 12 hala yollardayım. Ankaraya yaklaşırken çaldırdım, meşgule aldı. bir daha denedim, yine aynı şey. ulan yolda başıma bir şey gelse yandım yani! ben yorgunluğa ek olarak aman bu adamın başına bir şeyler geldi galiba diye telaşlanarak eve vardığımda herifi kapı pencere açık salonda uyurken bulmayayım mı? belim zaten tutulmuş, bir de endişeyle gelmişim kasık kasık, adam kapı duvar. valla onca gürültüye uyanmadı... bel tutuk halde arabadaki 150 kiloluk bavulu ve diğer eşyaları eve taşıdım. sinirden yolda bira almıştım, açtım bir güzel biramı, oturdum bilgisayarın başına... aha şu an saat sabahın 6.20si. Çağla da ben de ayaktayız, hiç uyumadık. ben 3. biramı içiyorum zevkle. en ufak bir hareketimde belim ve boynum kopuyor, ama olsun.


Ankarayı filan özlemedim ben. nesini özleyeyim şehir olarak zaten? evimi özledim, düzenimi özledim. tatil boyunca gezdiğimiz memleketleri düşündüm. zor olurdu ama evim başka bir memlekette olsaydı orayı da özlerdim herhalde. şehir değil, ev önemli demek ki. valla son zamanlarda, çokça nefret ettiğim İstanbulda bile yaşamak fena gelmiyor. aslında artık nefret de etmiyorum oradan. hatta değerini geç fark etmişim gibi biraz da suçluluk duyuyorum.

tatil güzel geçti. ama uzundu. İngiltere'de bir kaç şehir gezdik, tanıdık. Sonra Almanya'ya uçup bir gece Heidelberg'de, kardeşimin evinde kaldık. Kız arkadaşıyla yeni bir eve taşındılar ve şahane ev sahipliği yaptılar bize. Sonra araba ile bir haftalığına tutulan bağ evine gittik, İtalya'nın kuzeyinde Asti diye bir kentin köyünde. Ev gerçekten de bağ eviymiş meğer, en yakın komşu 4-5 kilometre mesafedeydi. Bir tepenin üstünde, üzüm bağları ile çevrili, bol haşereli ve küflü, büyük, banyosu çok bakımlı ama diğer yerleri idare eder bir ev işte. fakat orada da fazla kalmadık, sadece akşamları yatmaya gittik. araba ile birgün Genova ve Portofino, diğer gün Monaco ve Sanremo, bir diğerinde Torino, Asti derken uçak saatlerini düşünüp bir gün önceden çıkıp Münih'te, havaalanına yakın bir otelde konakladık. 5 gün boyunca araba ile yaklaşık 2000 ve belki de ötesi kilometre yaptık. çocukları araba içinde oyalamak kolay olmadı. hemen sinirlenen babamı düşündüğüm için bebelere sürekli susun, elleşmeyin, dokunmayın demem icap etti. dönüş yolunda İsviçre Alplerinde bir köyde yemek yedik ve orada kararımı verdim; gezdiğim yerler içinde en güzeli kesinlikle Alpler. Ben galiba tatil deyince, dinlenme deyince denizi, sahili aklıma getiremiyorum. dağlar, ovalar daha dinlendirici geliyor. ve İsviçre Alpleri bana göre Portofino'dan da, annemlerin bayıldığı İtalya köylerinden de kat kat güzel.

İngiltere de fena değildi aslında. biraz yorucu geçti. Kaldığımız ev, Kayanın kuzeninin karısına aitti ve onun da tez yazma zamanıydı. dolayısıyla her sabah makul bir saatte kahvaltı yapıp çıkmamız ve onu okuması gereken makalelerle baş başa bırakmamız gerekiyordu. Handecik hem kendi işiyle meşgul oldu hem de ertesi gün gideceğimiz şehirler için bize yol haritaları çizdi durdu. Oxford'a gittik önce, beğendim ama vurulmadım. Sonra sırayla Londra, Leamington, Stradford, Warwick ve ve ve... sonuncuyu unuttum valla. Bunlardan Stradford, Sheakespear'ın doğduğu ve (en azından bir süre) yaşadığı şehir olarak en beğendiğim oldu. Londra'dan bir şey anlamadık, tek bir gün ayırmıştık ve bu sürede bir bölgesini gezebildik ancak. Müzeleri şahane, metrosu da güzel, ama beni çarpan bir şey olmadı Londra'da.

gezime evler açısından baktığımda İtalyanların kesinlikle bir tarzı olduğunu öğrendim; dar pencereler, fazla bakımlı olmayan ama mutlaka üst üste geçmiş üçgen çatılara sahip binalar, kepenkler... kentleri de göz almıyor. yollar düz ayak, kaldırım nerede başlıyor nerede bitiyor anlaşılmıyor ve sokaklarda, kaldırımlarda gereksiz hiçbir şey yok; ne bir saksı ne de çöp tenekesi. böyle dümdüz, arnavut kaldırımı yollarda yürüdüğünüzü düşünün, kapılar hemen sokağa açılıyor, sokak da bomboş... zaten insan görsen öpeceksin, in cin top oynuyor. yani bizim neptun ailesi de olmasa terk edilmiş diyarlar gibi. dükkanlar 12.30 - 15.30 arası kapalı bu arada...

ingilterede de farklı bir durum yok. sadece sayfiye yerlerinde evler daha özenli, hele ki bahçesi varsa inanılmaz çiçek düzenlemeleri var. eve gerek yok, o bahçede yatarım ben diyesi geliyor insanın. tabi özen sadece kişilerle olmuyor, doğa da elini uzatıp her Allahın günü yağmur sunuyor o bahçelere. Fakat İngiltere'de de, İtalya'daki kadar olmasa bile büyük şehirler dışında sokakta insan yok anacım.

Gelelim İsviçre'ye. İsviçre'de hem evler hem bahçeler, hem tarlalar, hem dağlar, yani kısaca dağ taş özene bezene kurulmuş. zaten Alpler gibi bir doğa mucizesine sahipler, üstüne güzel güzel, sakin sakin nasıl iç açıcı yapmışlar yaşadıkları yerleri ya... aklıma hep Gülçin geldi nedense, Gülçin görse bayılır dedim. zaten son uzun araba yolculuğumuzun tesellisi bu oldu bana; döndüm durdum seneye Gülçin'i buralara getireyim dedim. O şimdi tek başına istemez, üşenir, geri çekilir, ama ben ısrar edersem gelir ve çok da mutlu olur diye düşündüm durdum...

aman işte böyle sevgili arkadaşlarım... saat 7 oldu yav. biz ne zaman uyuyacağız ayol???