26 Mart 2009 Perşembe

A DE BAKİİM

- Anne, burada kartal mı yazıyor?
- Evet canım.
- Hım..
- Peki burada, orangutan mı?
- Du bakiim, evet orangutanmış.
- Bu da sinekkapan mı?
- ??
- S-İ-N-E-K
- ??
- KK-AAAA-P-A-N
- Nası yani?

Büyüğün derslerinden küçükle ilgilenemiyorum, çocuğa harfleri bile gösteremedim, inşallah okulda gösteren oluyordur, valla bu da böyle boş boş geçirecek bu senesini, bla bla bla derkeeeen, gün itibarıyla Sinan okumayı söktü. Tamamen kendi başına. Tamamen sıkıntıdan zannımca. Önce çok okunduklarından tuhaf hayvan isimlerini bilmesini yadırgamadım. Ama dikkat kesilince çocuğun hecelediğini, harfleri yanyana getirip birleştirdiğini anladım. Aferin bana. Böylelikle ilk kez çocuğu başı boş bırakmanın faydasını gördüm. Gerçi istemiyordum, önerilmiyor çünkü, ama zorlayan yok, öğreten yok, kendi başına öğrendiklerine de karışamam artık. Sevindim mi? Evet. Gurur duydum mu? Gizli gizli. Fekat öğretmeni, sakın ilişmeyin, abartmayın, teşvik etmeyin dediği için layığı ile gösteremedim. Bu yaş çocuklarında, hem de önünde bir abla/abi varsa okumayı sökmesi anormal değil. Yani abartmamak bana da mantıklı geliyor.

Şimdi seçim propagandası gibi olacak ama hazır konu Sinandan açılmışken, yazdığı (yazdırdığı) onlarca şiirden ikisini de aşağıya koymadan edemedim. Çünkü çok eğlendim yazarken, öyle kahkahalar attım ki Çağla sinir oldu, Sinan yanlış anladı:

AYLA
Sen çok iyisin
Herkese iyi davranıyorsun Ayla
Senin ruhun mu iyi?
Yoksa ben mi iyiyim?
Sonunda hoşçakal

İZMİR
Sen çok büyüksün
En büyük şehir İstanbul ama
Sen bana göre en büyük şehirsin
Seni çok seviyorum, çünkü
Anneannemle dedem orada
Çok iyiler onlar, seni çok seviyorum
İki kere diyorum.

Gördüğünüz gibi oğlum iyilik kavramına takılmış. Diğer şiirlerinde de böyle; ölüm, portakal, elma, saat, yıl filan hep çok iyiler. Bir de güzel, yuvarlak, uzun, sevimli... Çocuk işte.

Bu yazının bir anne yazısı olması için Çağladan da bahsetmeliyim (hiç şansınız yok). Çağla, yukarıdaki Sinan faaliyetlerinden hiç haz etmiyor tahmin edeceğiniz gibi. Şimdiye dek hep önde giden, daha çok bilen, abla olan oydu. Sinanın bugünkü okuma sürprizinden sonra son kalesinin de yıkıldığını zannediyor. Fena halde yanılıyor tabi ama bunu ona uygun sözlerle nasıl anlatacağımı henüz bilmiyorum. Herkesin yeteneği farklı diye söze başlamıştım çok önceden. Sen yüzmede, okumada, konuşmada biraz daha yeteneklisin, Sinan da matematikte demiştim. Şimdi başka türlüsünü söylemem lazım, onun iyi olduğu yerleri ön plana çıkarsam tam bir rekabet ortamı yaratacağım sanki. Diğer türlüsü de henüz aklıma gelmiyor. Bir yandan kızcağızımın üzülmesini istemiyorum, diğer yandan çok ince düşünmek saçma geliyor. Her ikisi de kendi yollarını bulacaklar, hem daha yola çıkmaları için pek erken. Çok küçüklerken gereğinden fazla üzerlerine düşerdim. Yıllar içinde, şimdiki halime, yani kola da içirdiğim, televizyona fazla ses etmediğim, hiç bir şey yapmadan boş boş oturduklarında söylenmediğim bir kıvama geldim. Önceki çok aşırıydı, şimdikini de fazla rahat buluyordum. Ama değilmiş, çocuklar biraz da rahat bırakılmayı istiyormuş.

Geçen günlerden birinde çocukları bir satranç kursuna götüreyim dedim. İlgilerini çekecekti çünkü, seveceklerdi illa ki. Kaya da yanımızdaydı, nereden çıktı şimdi bu bakışları ile. Kurs hocası tatlı bir adamdı, yeri Kızılaydı, çocuklar bizimkilerin yaşındaydı. Aman ne güzel dedim, zor olacak bana ama atı Düldül, kaleyi Ankara Kalesi sanan anaları gibi mel olmaz bebelerim. 1,5 saatlik dersin sonunda sınıfa girdiğimizde Çağla sıraya uzanmış uyukluyor, Sinansa satranç taşlarını dövüştürüyordu. Bir daha asla, ama asla bizi buraya getirme dediler çıkar çıkmaz. Peki dedim, siz nasıl isterseniz. Eve gidene kadar kafamda Aman hoca kurtar bizi fillerden şarkısı vardı...

Dediğim gibi, doğduktan sonra her biri kendi yolunu buluyor. Rotayı azıcık değiştirmek elimizde, ama asla ters yöne döndüremeyiz. Gibi gibi.

25 Mart 2009 Çarşamba

Biraz önce internette yapılan bir IQ testi sayesinde, ilkokul yıllarımdan beri zekamda bir gram ilerleme olmadığını öğrenmiş bulunmaktayım. IQ testleri eğlencelidir, yani bana göre; bir sürü abuk şekil çıkar karşınıza, hadi sonrakini bil bakiim der soru, gözleri şehla yaparak durumu anlamaya çalışırsın, o üçgen oraya geçtiyse, o kare de sona geldiyse, ana buldum galba, yuvarlak olacak evet yuvarlak dersin. işin en hazin kısmı cevaplar arasında yuvarlağın olmayışıdır. bir oval vardır, evet, dikdörtgen ve hatta bir altıgen bile vardır, ama yuvarlak taze bitmiştir. Lan harbiden geri zekalıyım galiba dersin ama bir sonraki soruya geçmeden de edemezsin. Nedir zekamızla alıp veremediğimiz, hem 35inden sonra dahi olduğunu öğrensen ne, bak bileydim astronot olurdum filan mı diyeceğizdir bilmem ki... Şimdi 111 IQ ilen kalakaldım, o oldu. Aferin bana...

Haftasonum ders çalışmtırmak ve ağlamak arasında geçti. Hayatımın en büyük lafını etmişim de haberim yokmuş. Kayaların mahalle grubundan bir hanım var, en erken çocuk sahibi olan kişidir kendileri aramızda. Bunun kızı ilkokula başlamadan önce neredeyse her hafta, ve hatta haftada bir kaç gün görüşür, çocukları görüştürür, yemek neyin yerdik. Sonra Derin okula başladı. Onun ilkokul 1 olmasının sanki gizli bir anlamı varmış gibi bizim görüşmeler birden kesiliverdi. Yüzyüzeyi bırakın, telefonla dahi haberleşemez olduk. Bu işte bir iş vardı, okula başlarken bir sözleşme filan mı yapılıyordu okulla, eş dost aranmayacak mı deniyordu veli toplantılarında, anlamadık gitti. Derinin annesi görüştüğümüz nadir zamanlarda okulun yoğunluğundan bahsediyordu, ödevdi, projeydi, carttı curttu diye. Biz dinleyenler olmayan bıyıklarımızın altından gülüyorduk gizlice, lan ne kadar yoğun olabilir, altı üstü 1. sınıf, İngiltereye master'a gitmedi ya...

Bu haftasonumu gören olmadı ama Pınar bir telefon görüşmesiyle 5 dakikasına şahit oldu. Zırıl zırıl ağladım. Aslında bütün pazar günümü aynı zırıllıkta ağlamakla geçirdim. Ve cumartesimi. Neden ağlıyorsun bacı deseler verecek mantıklı bir cevabım da yok üstelik. Küçükken teyzelerden, komşulardan duyardım, Asabım bozuldu derlerdi, valla şu yaşımda asabım nasıl bozulduğunu çok iyi anlamış bulunmaktayım. Ödevi deftere yazan Çağla, konu hakkında düşünüp taşınan Çağla, şiir ezberleyen, kitap okuyan yine Çağla. Ama asabı bozulup ağlayan Özlem... İş öyle bir raddeye geldi ki bir ara, kahvaltı sofrasında Çağla beni koynuna almış teselli ederken Sinan kızarmış ekmeğime yağ ve bal sürüyordu. Bunu anlatınca Kaya bana psikopatsın kızım sen dedi. Anlatınca bana da çok trajik geldi. Resmen anne olmayı reddettim bu haftasonu.

Sonuç: sıfır. Ödevlerin çoğu bitti azı kaldı demek isterdim ama biten ödevlerin yerine yenileri geldi. Fakat ben biraz silkelendim. Kendine gel, dedim, bu sabilerin sağlam bir modele ihtiyaçları var, 1. sınıf ödevi çok diye kendini harap eden bir salağa değil...

Tamam, 111 IQ sahibi olabilirim, hatta ödevlerde yazılan kimi problemleri ilk anda anlamayabilirim bile. Ama çaktırmamalıyım. Ne zekasızlığımı, ne güçsüzlüğümü, ne de isteksizliğimi. Çünkü okulla anlaşmam var, 1. sınıfa başladım...

9 Mart 2009 Pazartesi

Pazar günü sabahtan akşam yatana dek iş yaptım. Bal yapmaz arı gibi çalıştım. Önce hafif bir kahvaltı hazırladım çocuklar için. Yüzme çantalarını gözden geçirip eksikleri tamamladım. Sonra yüzmeye gittik hep birlikte. Gazeteleri bitirmeye çalıştım, çünkü günü geri kalanında vaktim olmayacaktı. Eve geldik, bu kez güzel bir sofra hazırladım aile için. Sofrayı kaldırıp bulaşıkları yıkadım. Evin dağınıklığını toplarladım sonraki 2 saat boyunca. Süpürge yaptım. Çamaşır asıp kirlileri doldurdum makineye. Çağlanın dönem ödevi için karton, kalem, makas, yapıştırıcı arayıp buldum, hepsini masaya dizdim. Ararken, çocukların odasını biraz daha toparladım. Yatak odasından Ebruya göndereceğim şeylerin torbasını aldım, gözden geçirdim. Kullanmadığım çantaların içindekileri temizledim. Bugüne takacağım çantaya doldurdum gerekenleri. Yerleri sildim, toz aldım. Eski gazeteleri topladım, torbaya doldurdum. Geri dönüşüm için ayırdığım çöpleri kapının yanına koydum ki bugün çıkarken almayı unutmayayım. Çocuklara dergi okudum. Yemek yaptım, sofra niyetine sehpaya dizdim tabakları. Kirlileri kaldırıp bir kısmını makineye attım, tencereleri yıkadım. Mutfağı bir kez daha elden geçirdim. Buzdolabımı düzenledim azıcık. Sonra çamaşır makinesindeki temizleri astım. Çağlaya yapacağı maskede yardım ettim. Yaptığı içime sinmedi, sevmediğimi anlamasın diye benim için de bir tane yapmasını istedim. Kesilen karton parçalarını topladım, masaya dokunmadım. Gün içinde robot gibi çalıştım. Yüzme derslerini beklerken okuduğum gazateler dışında kendime vakit ayırmadım. Akşam ayaklarımın ağrısından uzun süre uyuyamadım.

Kadınlar gününde bunları yaptım. Kadınlar gününde kadın olmaktan usandım...

5 Mart 2009 Perşembe

HİÇ BİR ŞEY SON BULMAZ

En çok karısına kavuştuğu için sevindim. Çektiği onca eziyetin, acının, kafa karışıklığının sonunda belki de karısı onu karşıladı, bütün o bulanık zihin hallerini geride bıraktı ve kendine geldi. Teselli işte, ne yaparsınız…

Başını hatırlamıyorum, ama hikayeye göre insanlar üçe ayrılırmış; insan soylu insan, köpek soylu insan ve maymun soylu insan. Sen, demiş Kayaya, hangisiyle karşılaşırsan karşılaş, herkese insan soylu ol. Küçük bir çocukmuş Kaya, ama babadan aldığı bu en güzel öğüde uymaya çalışmış.

Sabit Babayı kaybettik. 79 yaşında, yarı yarıya ufalmış ve aklı gitmiş bir adam… İçimde değişik hisler. Denmez ama, bir yandan seviniyorum, sırf onun adına. Huzura kavuştu diyorum içimden. Uykusunda ölmüş olması da böyle hissetmeme yardımcı oluyor. Onu bir daha görmeyecek olmayı da henüz algılayamadım. Ölümle aramdaki ilişki bu mu acaba? Geliyor ama ben oralı olmayacağım diye diretiyorum. Onu son görüşüm o kadar fenaydı ki, sesli sesli diledim, Allahım dedim, tez zamanda al canını bu adamın… Onu başka türlü hatırlamaya çalışacağım sanırım; nasılsın küçük hanım derken, veya çatalla şokellasını ekmeğe sürerken, telefonu açtığında söylediği o kendine has aaaloow ile, bir elinde anahtarı camiden dönüş yolunda… Hepsi de o kadar geçmiş zaman ki aslında. Bu adam ne zaman bunları yapmayı bıraktı, ne zaman bu kadar fena oldu, beni veya oğullarını en son ne zaman hatırlayabildi…

İki gündür taziye kabul ediyoruz. İki gündür oyalanıyoruz. Kayanın da benim de düşünmeye vaktimiz olmadı. Ne evde tabuta konurken, ne hocanın duasında, ne de helvası karılırken; ben ancak şimdi oturdum da onu düşünmeye başladım. Ömrü, oğluna anlattığı kıssadan hisseyi yaşamaya çalışarak geçirmiş. Kimseye bilerek kötülük etmemiş. Ve kazık üstüne kazık yemiş. Sessiz sakin yaşamış, sessiz sakin ölmüş…

Sevgili Sabit Baba, iyi insan, hoşça kal