18 Ağustos 2010 Çarşamba

KALAN SAĞLARA...

1999 yılında bir Kasım akşamı. İşten eve dönmüşüm, karnım öyle aç ki. Evde yemek yok ama, hemen kendime ekmek arası birşeyler hazırlamışım, yanına da çay. Televizyonun karşısına kuruluyorum. Yediğim en güzel yemek diyorum içimden (her yemek için böyle desem de...). Televizyonda haberler var, özel haber daha doğrusu. Kasım depreminden sonra çadırda yaşayanlarla sohbet ediyorlar. Ben ekmeğimin yarısına gelmişken, Sezen Aksu beliriyor depremzedeler arasında. Kısa bir konuşmadan sonra yanındaki sazcı ile birlikte başlıyor şarkıya; bu da gelir bu da geçer ağlama. Lokmam ağzımda birden ağlamaya başlıyorum. Hüngür hüngür, elimdeki ekmek yaş içinde kalıyor. Ev arkadaşım beni öyle buluyor; ağzından ekmek fırlamış, taş gibi, yüzü, gözü, yiyeceği, her yeri yaşla dolu. Depremden beri ilk kez ağlıyorum.

İlk depremden 10 dakika önce uykuya dalmıştım. Yine de hissedemedim. Ama o saate kadar uluyan köpekler tedirgin etmişti hepimizi. Bütün gece Ankara'nın binlerce köpeği haber veriyordu kendilerince. Sabah 6'da arkadaşımın telefonu ile uyandırılınca sinirlenmiştim. İstanbul'da, diyordu, deprem olmuş, annenleri ara. Kızıp telefonu kapamıştım. Yine de aradım annemleri. Vurdumduymazlık aile mirası demek ki, sitelerindeki herkes dışarıda sabahlamışken annemler evlerinde uyuyordu. Birşey yoktu, epey sallamıştı sadece...

İşe gittik Oya ile. Herkes depremden bahsetse de, olağanüstü birşey yoktu. Yalnız, patronumuzun eşi ve çocukları tatilde, Yalova Ceylan Sitesinde. Telefonlar kilitli, ulaşamıyorlar. Ama deprem zaten İstanbul'da oldu değil mi? Merak edilecek birşey yok...

Akşama doğru. Herkeste müthiş bir endişe. R. Bey oradan oraya volta atıyor, Mehmet Bey ağladı ağlayacak. Depremin boyutu anlaşılıyor o saate kadar, televizyonlar, radyolar üzerimize üzerimize geliyor. Melda Hanımdan, Mehmetten ve Eliften ses yok. Biz iyiyiz diyen kimse yok. R. Bey dayanamıyor, yollar kapalı gidemezsin diyenlere kulakları tıkalı halde, 4-5 araba ile yola çıkıyor akşam vakti. Biz Oya ile ofiste kalıyoruz, endişe ve sabırsızlıkla. Zaman akmak bilmiyor, televizyon izlemek ölüm gibi. Yemek yenmiyor, konuşulmuyor, aklımızda sadece o üç isim.

Gece 2'de telefon çalıyor...

Bir hastanenin kapısı önünde bekleşiyoruz bütün ofis çalışanları. Bizim dışımızda yüzlerce insan da bekliyor, kendi emanetlerini almak için. Herkesin gözü yaşlı. Ben ağlamıyorum, algılayamıyorum olanları. Birkaç saat sonra önde ambulans arkada tanıdık 5 araba hızla geliyorlar acil kapısına. Önce Melda Hanımın çarşafla örtülmüş naaşı. Sonra... 4 yaşındaki Mehmetin minicik bedeni. Girişteki görevli telefon açıyor içeridekilere: iki ex geldi...

R. Bey, Mehmet Bey, İsmail, Kemal ve tanımadığım birkaç kişi. Kendi elleri ile çıkarmışlar enkazdan. Üstleri, yüzleri, elleri çamur içinde. Elif yaralı halde başka hastanede. Kimse konuşamıyor. Konuşacak birşey de yok zaten.





Bu da binlerce hikayeden biri işte. Ne kadar hüzünlü, değil mi? 11 sene geçmiş, ama yazarken bile ellerim titredi. Peki, hüznümüz ayrı bir yerde dursun, ve hatta hep dursun, hatırlayalım arada bir, tuhaf bir saatte. Ama daha çok hatırlanması gereken başka bir şey de var, daha gerçekçi, daha işe yarar; depreme hazır olmak. Kim hazır depreme? Şu anda bir deprem olsa, nerede toplanacaksınız, nerede acil durum çantanız? Eviniz güvenli mi, haberiniz var mı? Benim yok mesela. Acil toplanma yerini de tesadüfen öğrendim. Peki bizi bu kafadan kim koruyacak?

Melda, Mehmet ve adını bilmediğim onbinlercesi, ölümleriyle bize biraz bilinç katsalardı rahat uyumazlar mıydı belki de. Hepimiz medeniyiz diye caka satıyoruz. Medeniyet sadece saçı açmak, yabancı dil bilmek, gezip görmek, sokaklara çöp atmamak, trafikte kurallara uymak mı? Kendi hayatımıza değer vermek en önemli gösterge değil mi? Kendinden sonra başkalarını bilinçlendirmek medeni bir görev değil mi?

Neyse ne, anlayan anladı. En çok ben anladım.