26 Şubat 2010 Cuma

OF TEETH AND WOMEN



Uzun haftalar boyunca yaptığım düzenli işlerden biri de dişçime gitmek oldu. Neredeyse iki güne bir, bazen yeşil botlarımla, bazen saçlarım topuz halde, kimi zaman da sinirden saçlarım tel tel olmuş şekilde kapısına dayandım durdum. Öyle ki, bir arkası yarın izler gibi, bu dört (yoksam beş mi?) ortaklı diş polikliniğinde olup bitenleri takip eder hale geldim. Aslında bir bilseniz başlarda nasıl tırsa tırsa gittiğimi oraya... Bu tırsıklığımın dişçi korkusuyla uzaktan yakından akrabalığı yoktu bilesiniz. Tırsıyordum, çünkü dişçi çift tanıdığımızdı, ağzımın içinde yapılan delme/çekme/doldurma/kazıma işlemlerinin neredeyse hiçbirinden para almıyorlardı, ve ben bedava diye sirke de içmem, ne bileyim, tost most da yemem (fakat, tost?). Anlayın işte, feci bir utanma, çekinme hali oluşmuştu bende. Bir seferinde, kendi söyleyemediği şeyi babasına söyleten bir çocuk gibi Kayayı yanıma katıp gitmiştim hatta. Kaya usul usul konuşmuştu Samiyle, sorun yoktu, para gerekirse alacaklardı. Aradan iki yıl geçti ve implant bedeli dışında hala para ödemişliğim yok, ama onlar para isteyene kadar bendeki çekiniklik çoktaaan sıkılıp gitti bile.

Sami ve eşi, henüz evli değillerken Kayaların polikliniğinde çalışırlardı. Öğrencilerdi sanırım, yani master öğrencisi filan. İkisi de çok şekerdi, Hilal, o kendine özgü Kızılderili tipiyle çok da güzeldi (niye dili geçmiş zaman kullanıyorum acaba). Evlenmek için paraya ihtiyaçları vardı, Hilalin para konusunda arada dertleştiğini hatırlıyorum da, şimdiki hallerine bakınca çok tuhaf geliyor. Herşey istedikleri gibi gitti neyse ki, evlenip yuva kurmayı bırakın, bu dört (ve ısrar ediyorum, ya da beş) ortaklı muayenehaneyi açıp çok da güzel paralar kazanmaya başladılar. İşte o aralar hayatlarına ben girdim. Onlar ve benim için çok da anlamı olmayan bir giriş oldu, ama olsundu, arad bir eski tanışları görmek hoş birşeydi sonuçta (aaay, sıkıldım bu dili geçmişten).

şimdi Hilal 2 aylık anne. bebeklerini henüz görmedim ama umarım Hilale benziyordur diyorum. Samiyi kötülemek gibi oluyor farkındayım ama, Hilal gibi farklı bir güzelliği sahip bir kadının da ona benzer bir kızı olsun, di mi?

geçen gün kızları için ufak bir hediye alıp götürdüm Samiye giderken. Niyetim poşeti eline verip kaçmaktı. Bu ilginç niyeti elbette gerçekleştiremedim, çünkü Sami poşeti alır almaz benden hızlı davranıp paketi yırttı ve içindekilere baktı. Bunu öyle ani yaptı ki, ağzımdan ayy naapıyorsun, diye birşeyler çıktı. Eskiden hiç merak etmezdim şimdi bakmadan duramıyorum dedi Sami. Samiyi gözünüzün önüne getirmenizi isterim, iri yarı, sarışın, bıyıklı, koca elli, kalın sesli ve gayet rahat, soğukkanlı bir yüz ifadesine sahip bir adam, iki saniye içinde paketi yırtıp içindekileri bir çocuğun yeni birşeyi keşfetmesi gibi inceliyor. Şimdi bakışlarınızı karşı tarafa çevirin, ve gitmek üzere kapıya yönelmiş ama kafası Samiye dönük, ağzı yarım gözleri faltaşı açık, yüzünde ama, ama bir erkek bebek kıyafetinden ne anlar ifadesi olan yer cücesi kıza bakın. Baktınız mı? Şimdi devam edebiliriz.

Devam edelim de, haberlerin sonunda reklama girip reklam sonrası haberleri bitiren gıcık kanallar gibi olacak ama, yazacaklarım zaten bu kadardı. Araya reklam da almadım gerçi, o da benim saflığım diyelim.

11 Şubat 2010 Perşembe

BAŞLIK YOKTU AMA OLDU ŞİMDİ

bir önceki yazım neymiş öyle ya, içimi daralttı valla. yok yok bakmayın siz o şımarıklığa, bakmayın, görmezden gelin, ve hatta mümkünse şöyle kallavi bir osmanlı tokadı akşedin.

tabi, çok gün geçti. ben aslında o yazıyı yazdıktan sonra kendime geldim. yazmam mı gerekti ne, lan ne salak dertlerim var dedim kendime. milletin dudak uçuklatan problemlerinden sonra benimki tam dayaklık. sonra bir de, mutfakta yemek hazırlarken birgün, özgür olsan, az para ile dünyayı dolaşsan, evin olmasa, daldan dala atlar gibi şehir şehir o arkadaş senin bu ahbap benim gününü gün etsen ne olacak? gezip gezip sonunda birgün demeyecek misin, ah keşke bir yuvam olsa, her gün aynı şeyleri yapsam, durulsam biraz?

neyse, konum bu değil. konum ülke hali, ev hali, temizlik halleri de değil. konum yok aslında. yazasım geldi. yazasım, dün çeviriyi yetiştirme telaşındayken gelmişti de, o zaman yazmak sıkardı acık. ama bir sürü konu vardı aklımda, ki şimdi bir tanesi bile ben geldim yazsana beni len demiyor.

üst üste bir sürü çeviri geldi. üst üste sabah ezanı ile uyudum. o saatte insanın uyuyası da gelmiyor; sabah ezanı, günün ağarması, sessizlik, ya da ara sıra geçen bir fırın arabasının arasındaki taş gibi sessizlik. güne erken başlamak güzeldir ya, benimki tam tersi günü erken bitirmek gibi oldu bir hafta boyunca. ne yalan diyeyim, çalışma ortamındaki ergonomik koşulların çalışan üzerindeki etkilerini, ya da insani olmayan çalışma koşullarının (böyle demiyordu gerçi ama bu daha çok yakıştı) çalışanın ruhsal sağlığı üzerindeki etkilerini filan çevirirken 12 saat boyunca bilgisayar başından kalkmamış, orası burası ağrıyan, gözleri uykusuzluktan şişmiş biri olarak içimden (ve dışımdan) küfretmedim değil. gerçi bu çevirdiklerim hep sigortalı çalışanları ilgilendiriyor, işin en trajik aynı da bu zaten, bir sigortam bile yok...

gerçi ev için birilerinden aldığımız borcu kapatınca sigortanı başlatırız dedi Kaya. e azıcık geç kaldık, biraz daha dişimi sıksam emeklilik yaşıma gelecek. olsunmuştu, buna da razıyız.

big bang theory diye bir dizi var cnbce'de, izleyeniniz var mı? orada sheldon diye bir karakter var, dahilik derecesinde zeki, herşeye mantık açısından yaklaşan, duygu yoksunu bir tip. ben Sinanı ona benzettiğimi fark ettim. hayır hayır, Sinan tabi ki de onun kadar zeki değil, ve duygu fazlalığından birgün patlayacak. ama Sheldonun bencilliğini, olaylara sadece ama sadece kendini düşünerek yaklaşmasını benzetiyorum asıl Sinana. hatta kimi zaman konuşma tarzları bile andırıyor, ya da ben öyle sanıyorum. Sinanın kendini seviş şekli ve miktarı annesi olarak hoşuma da gidiyor. sırtı yere gelmez kendini düşündüğü için diyorum. başkasında görsem muhtemelen gıcık olurum, ama çocuk torpili diye de bir şey var bu dünyada canım...

dizi demişken, desperate'ın son bölümünde, hönkür hönkür güldüm gecenin 2'sinde. bence şimdiye kadar çektikleri en matrak bölümdü, ya da çeviriden sulanan beynim bana oyun oynadı. bu arada evet, ne yapıyor olursam olayım dizilerimi kaçırmıyorum (aferin bana).

cumartesi istanbul treni kalkıyor, İbodan piyano almaya gidiyoruz sözde. Ama hem Gülru ve Defne ile ikea turu yapacağız, hem de İbo piyanonun yanında davul, psp (bozukmuş galiba), kitap ve incik boncuk verecek. Defne ilk kez ikeaya gidecekmiş, onu gezdirmenin zevki de cabası olacak.

b,iraz önce facebookta 90'lar müziği sınavı yaptım kendi kendime, ki en iyi bildiğim dönem olması lazım di mi? %27 aldım, kurt cobain ve karısı sağolsun (olmadı ama olsun), onlar da olmasa sondan birincilik kazanabilirdim. böylece müzikle, ya da dur dur, müzik bilgisi ile ne kadar alakasız olduğum kanıtlandı.

aay, konusuzluğun da bu kadarı fazla ayol, kaçıyorum.

bu arada, Hürriyet'in Kelebeğinde cumartesi (yoksa cuma mı) günleri yazan Pınar isimli bir zat var, böyle köşe yazıyor göya çocuklarla ilgili. pek haz etmesem de bulursam okuyorum (kendime kinim var). yazılarını, o zamanki sıfatlarıyla bitiriyor, mesela; pınar ben, yeni anne, ya da pınar ben, yorgun savaşçı, ya da en son olarak pınar ben, 8 yaşında ...'ın, 6 aylık ...'ın ve karında 5 aylık ...'ın annesi (kadın doğurma makinesi bu arada). evet anladınız galiba, tiksinç karşılasam da bu yazımı o şekilde kapatmayı borç biliyorum:

özlem ben, denyo...