29 Şubat 2012 Çarşamba

The Help filmini izleyeniniz var mı? Biz bu akşam izledik çocuklarımla. Kaya karda mahsur kalmamak için geç gelecekti ve ben de bilgisayar müptelalığımdan biraz sıyrılmak için televizyona sığınmayı deneyeyim dedim. Ya ecnebilerin The Artist dedikleri artiz filmini izleyecektim ya da Yardımcı diye çevirdikleri The Help'i.

Konu, geçmiş zamanda, yani 60'larda zencilerin güneyde yaşadıkları eziyetlerdi (güney derken tabi ki Antalya değil monşer, Mississipi gibi ırkçı yerler). Konu bilindik, ama işlenişi güzeldi. Bir süre izledikten sonra çocuklar zencilere yapılanlara daha fazla dayanamayıp isyan ettiler. Neden, dediler, neden böyle kötü davranıyorlar zencilere? Yetişkin zalimliğini bazen anlatamıyorsunuz bebelere. İdrak edemiyorlar bu kadarını. Ama ne zaman zenci karakterlerden biri intikam alıyor, benimkiler maç kazanmış gibi seviniyor. Ne zaman baş roldeki zenci alkışlanıyor cemaati tarafından, Çağla durmadan ve yüksek sesle eşlik ediyor onlara alkışları ile (Sinan dayanamayıp uyuyakalıyor az önce). Vicdanlı çocuk yetiştirdiğimi düşünüyorum ve çok seviniyorum. Çünkü anne babanın çocuğuna sevgiden sonra aşılayabileceği en önemli meziyetin vicdan olduğunu biliyorum. Vicdanlı çocuk, vicdanlı yetişkin olur ve iki vicdanlı yetişkinle belki dünya kötülüklerden azıcık da olsa arınır...

Gülru geldi akşam bize. Ben anlattım, o dinledi; o anlattı, ben dinledim. Madonna ve Gogol Bordello'dan La Isla Bonita çaldı, ikimiz dinledik. Az kaldı ama, oğlu uyumadan dönmek istedi eve.

Bu yıl kar-kış beni mahvetti. Güneşin güzel ışınlarını çok özledim, herkes gibi. Çok hapsoldum eve, çok çay ve şarap içtim. Çocuklar okula gidince ve dışarıdaki işlerimi bitirince, evde hep sessizlik karşıladı beni. Alışık değilim sessizliğe ve olmak da istemiyorum sanırım. Sessizlik, sadece ben istediğimde olsun.

Akşamlar fena değildi ama. Bazen, işte böyle çat kapı misafir geldi, bazen ben gittim misafirliğe. Kış başından beri barlara da gitmiyorum, o işi Kayaya devrettim bir süredir. Fakat ailecek pek de hakkını veremedik kışın. Hakkı nasıl verilir bilmiyorum gerçi. Çok takılmadık dışarıda diyeyim. Kimseye gitmedik hep birlikte, ki biliyorum, çocuklarım da benim gibi gezmeyi, misafir olmayı, kalabalığı seviyor. Her iki günde bir Çağla yanıma gelip, akşama birilerine gidelim mi, diyor. Herkesin elleri önünde birleşmiş, aman da aman Zoplar gelmiş diye bizi kapıda beklemediğini anlatamadım gitti. Hem nereye kardeş bu karda? Arabayı 10 gün yerinden oynatamadığım zaman oldu.

Geceleri uyuyamıyorum. Bunun sonucunda da sabahları kalkamıyorum. Halbuki sabah Kaya ile 6'da kalksam, bir makine kahvesi hazırlasam kendime, gidip gazetemi, ekmeğimi alsam, çocuklar uyanmadan kendime vakit ayırsam, onlar uyandığında kahvaltıyı hazır bulsalar... Zamanında öyle düştüm ki üzerlerine, şimdi annelik yapmak zor geliyor. Yine de yapıyorum, hiç eksikleri yok. İlgiyse ilgi, yardımsa yardım, yemekse yemek. Ama geleneksel annelerden olamayacağım çok aşikar. Çocuklarım, bu karda kışta beresiz ve atkısız okula gittikleri için, beslenmelerinde liste dışında hiç bir yemek bulmadıkları için, ödevlerini kendi başlarına ve benden uzakta yaptıkları için, ekstra ders çalışmadan başarılı oldukları için, gece geç vakte kadar ayakta kaldıkları ve bizimle büyük filmleri izledikleri için, yeri geldiğinde annelerinden ve babalarından küfürlü konuşma duydukları ve kimi zaman argo kelime kullandıklarında kahkahayla karşılaştıkları için, fazla bir engelle karşılaşmadan diledikleri gibi koşup gürültü yaptıkları için, ve daha bir sürü normal anormallikleri için çevrelerinde şaşkınlıkla karşılanıyor. Elbette ki bulunduğumuz her çevrede değil ama çocuğunu Eskimo çocuğu gibi sarıp sarmalayan, beslenmelerine liste dışından 10 yiyecek daha ekleyen, ödev zamanı saç baş yolarak çocuğun yanı başına sandalye çeken, çocuğun önüne yığınla test kitabı döşeyen, 9 dedin mi çocukla uyku kavgasına giren, deliler gibi Türk dizisi izletip en ufak bir öpüşme sahnesinde çocuğun gözünü kapatan, kendi küfrederken çocuğuna bunu yasak eden, hızlı yürüse dahi, koşma düşeceksin nidaları atan sayısız veli için benim normal çocuklarım uzaydan gelmiş gibi görünüyor. Ben, bu ilgi-ilgisizlik karışımı tutumumla, kimi zaman övgü alıyorum kimi zaman nasihat. Bilmiyorlar ki, doğdukları günden beri ne bir kitaba ne anneme ne de komşu tavsiyesine uymuşum. Tek yaptığım içgüdülerimi dinlemek olmuş. Bu saatten sonra da kimsenin ne övgüsü ne de yergisi umurumda değil. Kırtasiyeci Semra dün bana Çağlayı överken de cevap vermedim, veli Vildan benimkilerin fazla hareketli olduğunu imalı imalı söylerken de umursamadım.

Nereden nereye. Bugünlerde çocuklarla ilgili fazlaca yazabilirim. Çünkü tüm gösterdiğim ilgiye rağmen onları ihmal ettiğimi düşünüyorum. Buralara yazarak da, ne ihmali ayol, bak sayfalarca yazıyorum işte, deyiveriyorum.

Yarın kurs var. Yuppi...

27 Şubat 2012 Pazartesi

Sanırım iyiyim. Sanırım dedim çünkü kendimi iyi hissetsem de bir an geliyor hoop ağlamaya başlıyorum. Ağlamaların belli bir nedeninin olması mı daha iyi yoksa nedensiz olması mı bilemedim... Ama zaten gözyaşlarım bakmıyor bunun cevabına, döküleceğim, bitti diyor.

İstanbul'a gitmeyi bekliyorum. 3 haftadır beklemedeyim. Bu haftasonu gitmeye niyetliyim, ama niyetlendim ya, hemen kar haberi geldi... Artık Kaya'ya felaket tellalı gözüyle bakacağım, ne zaman İstanbul desem, ama kar geliyor, diyor. Yani anlayacağınız çarşamba-perşembe gibi belli olacak gidişim... Ama hayallerimi ertelemiyorum tabi ki; tek başına araba yolculuğu, hiç bir plan yapmadan İstanbul'da gezmek, dilediğim zaman dilediğim yere gitmek, istediklerimle buluşmak, istemediklerime haber bile vermemek, çok özlediğim biriyle buluşmak, İbo ile abuk subuk sergi gezmek... Çok iyi gelecek bana.

Dramatik yazarlık ve senaryo denilen bir kursa başladım. Harika bir tesadüfle hocam, Çağla'nın eski drama hocası çıktı. Çağla'ya sürekli Yağmur demesi dışında adamı da, dersi sunuşunu da, dersi de sevdim. Neden buradasınız sorusuna diğer kursiyerler aşağı yukarı aynı cevabı verdi; anlatacak hikayem var, sinema ile ilgilim, senaryo benim hayat damarım (bunu dememiş olabilirler), ben sevmek yazı, vs. Ben ise, baştan dürüst olayım da sonradan başım ağrımasın diyerekten, ne anlatacak hikayem var ne de sinemayla ilgiyim, dedim. Üstelik burada ne aradığımı da bilmiyorum, ama işte, buradayım ve sizi dinliyorum...

Kurs çıkışı Zodiac'a gittim; Gülru ile buluşmaya. Barda tek başıma otururken barmen Yusuf, hayırdır, dedi, sen pek akmazsın gecelere. Ben de dedim bir kurs var, ahanda bir üst sokakta, çıkmışken uğradım... Amaaan, dramatik yazarlık kursu mu yoksa, dedi. yaaa, işte böyle de aşağılık bir kurs benimkisi...

İşte böyle. Yazasım yok. Hikayem yok. Ama iyiyim. Valla bak...

11 Şubat 2012 Cumartesi

Bugün dünden biraz daha iyiydim... Ama biraz daha.

Sabah herkeslerden sonra kalktım, yine de kahvaltı hazırlama bana düştü. Güzel güzel, sakin sakin yaptık kahvaltımızı. Bittiğinde de bir ben kalmıştım sofrada. Hemen öğlen için sebze çorbası koydum ocağa. Bunalım da olsak tedbiri elden bırakma, çocuklar aç kalır mazallah!

Bütün günüm, bir çeviri yaparak, bir gazete okuyarak, bir uyumaya çalışarak geçti. Normaldi her şey. dün, yaşanmamış gibi sanki... ara ara düşünceler sardı, hemen kalktım pozisyon değiştirdim.

4 gibi, dans kursu için çıktık. sosyalleşmem lazımdı, Çağlanın sınıf arkadaşının, oldukça telaşlı ve çok konuşan annesi ile o görevi de yerine getirdim. ama hani, epey zorlama... dans kursuna bırakıp çocukları, Paşabahçeye gidiverdim bir koşu. Çiğdemler çağırmıştı akşam için, hediye alayım bari dedim. hoş bir beyaz kafes aldım. bir ara fazladan param olursa kendime de alacağım. Özgeyi aradım yolda, açmadı. ev işi ne oldu diye soracaktım. canım birileri ile konuşmak istedi sürekli. Pınarı da aradım, o da açmadı. bir cevapsız aramayı daha kaldıramayacağımdan, kimseyi aramadı sonra.

dans kursu bitti, yavaş yavaş Çiğdemlere yürümeye başladık. Sinan hasta, muhtemelen ablasından geçti; nezle ve baş ağrısı. hiç bir ilaç vermiyoruz, evde ilaç yok zaten. doktor çocuğu olmasaymış o da! Yolda Kadir Hocaya rastladık, markete gidiyormuş. çocukları onunla markette bırakıp Çiğdeme gittim. Barış açtı kapıyı, annesi banyodaymış. Çok hoş döşenmiş bir evleri var Çiğdem ve Kadir Hocanın. Minik ama detaylarda şahane bir ev. Çiğdem bir sofra dolusu yiyecek hazırlamış. Hasta mısın, dedi bana. Yok, dün bütün gün ağladım, dedim. nedense şaşırmadı. hiç öyle, yaa nedeeeen tarzı soruları olmadı. gözler gitmiş, dedi sadece. o sormayınca haliyle ben anlattım. hani yeni bir olay ya benim için böyle gün boyu salya sümük olmak, araya espriler kata kata anlattım halimi.


yemeğe oturmamız 8'i buldu. açlığım gitmişti hoş, bir miller götürdüm. işte o sıralar fark ettim ki, bu bendeki hal öyle iki günlük bir şey değil. galiba gerçekten depresyona girdim. Üstelik Kaya ilaca başlayayım sana, bile dedi. istemem ilaç, ben bi ağlayayıp geleyim. Dün bir şişeye yakın şarabı götürmeme rağmen, bu akşam Çiğdemlerde üç bira içtim. hakkaten beklenmedik şeyler benim için.

Okuldan (Kadir Hoca çocukların öğretmeni aynı zamanda), öğretmenlikten, evliliklerden, çocuklardan, dekorasyondan, tatil planlarından bahsettik. Çiğdem, her gördüğümde daha da sevdiğim bir kız. iyiliği yüzünden akıyor. fakat çok uzun süredir depresyonla ve panik atakla uğraşıyor. onunkinin yanında benimki şımarıklık gibi geliyor. ama maalesef bu durum elimde değil. dedi ki Çiğdem; oysa ki sen çok güçlüsün, çok şaşırdım aslında şu durumuna. böyle ufak tefeğe prim verecek kız değilsin, valla hayret... yaaa, öyle olmuyor işte. g30 sene güçlü geçinsen de bir gecede bütün süngün düşebiliyor. hele şu durumda kuyruğu dik tutmaya çalışmanın hiç manası yok. ne hissediyorsam onu gösteririm, bir de rol yapamam anacım.

yazmak iyidir diye yazıyorum iki gündür. yazmak istiyorum. beni kendime getirmese de iyice geliyor. bir de Kayanın koynunda uyuyayım. Çok uzun süredir hiçbir koyun aramamıştım. Hiç bu kadar zayıf olmamıştım. Kimseye ihtiyaç duymamıştım. Tek başıma her şeye yetmiştim. Şimdi kara kara pazartesiyi düşünüyorum. Kaya işe, çocuklar okula gidince ne yapacağım? Tek başıma kalmak istemiyorum, yanımda kimse de istemiyorum. Televizyon, kitap, bilgisayar, hiç bir şey içimdeki baskıyı azaltmıyor. Gündüz yine iyiydim ama Çİğdemlerde bir ara yine ağlayacak gibi oldum.

Off, yazayım bari buraya sık sık...

10 Şubat 2012 Cuma

hayat bir enteresan (Kayanın lafı)

nereden vuracak bilmiyorsunuz. hatta vuracak mı, ondan da emin değilsiniz.

ben, bugün sabah kalktığım andan itibaren ağlıyorum. nedeni belirsiz...

kahvaltı hazırlıyorum 10 gibi çocuklara, ağlayarak.

bilgisayarı açıp geziniyorum, bir şarkı çalmaya başlıyor, ben ağlamada, nedensiz.

sofrayı kaldırmadan (aslında çok zor günlük rutinde) bilgisayarı yatak odasına alıyorum ki çeviri yapayım. yatakta çeviri yaparken daral geliyor başlıyorum ağlamaya.

çocuklar salonda takılıyor; tv, psp, kendi oyunları, vs.

ben hala bilgisayarda, karşımda ayna ağlıyorum, niçin?

çıkıyoruz dışarı, kuğuluya. sözde yokuş aşağı kayıp eğleneceğiz... bir kaydıktan sonra başlıyor bende ağlama.

arkadaşım diyor ki, hayrola? ben diyorum ki, ne bileyim. ben normalsin diye sana yaklaşmaya çalışıyordum anam sen de bir garipsin.

aman uzaklaş hemen diyorum, benden sana fayda yok bugün.

eve geliyoruz, çocuklar aç. bende kırıntı yok, olsa göz yaşımda ıslanacak.

duşa giriyorum, iyi gelir diye. sıcak su ve benim yaşlar el ele vermiş halay çekiyor...

çıkıyorum, olacak gibi değil, gözler mosmor, baş ağrımada.

arıyorum kayayı, gel de bir bak halime diye.

kızıyor mızıyor ama geliyor cancağızım. elinde bir şişe şarap.

anlat bakayım, diyor. ne oldu sana?

evlendik 11 yıl, tanıştık 16. ben seni hiç böyle görmedim???

bilmem ki, bugüne özel...

çocuktan, evlilikten, bekarlıktan, sınıf anneliğinden

buradan girip oradan çıkıyoruz.

rutinmiş anacım

beni bozan rutin...

her şey rutin şu dünyada.

ne yapsan aynı.

gezsen, dursan, çalışsan, otursan...

bu yaşlarda anlıyorsun ki hayat aslında hep aynı..

seveni ağlamıyor

sevmeyeni bütün gün yaş içinde...

4 saat konuşma, bir şişe şarap.

yetti mi? gitti mi yaşlar gözlerden?

asla, asla...

6 Şubat 2012 Pazartesi

Sevgili Özlem,

70.000 karakterlik bir çevirin olmasına rağmen neden blog yazıyorsun bakim? Yani çok lazımdı di mi tam da bu akşam yazman? Zaten takribi 15 dakikalık dermanın kalmış ve sen bu dermanı 15 parçaya bölüp sabahlamak niyetindesin, söyle bakayım sen deli misin?

Picnik.com kapanıyormuş. Ama nedenini bilmiyorum. Daha doğrusu yazıyordu ama ikinci satıra dek anca okuyabildim, çok sıkıldım... Picnik.com çok basit ve işlevsel bir tür tini mini totoshop sitesi. Ne güzel böyle ufak ufak değişiklikler yapıyorduk ya, kime ne zararımız oldu ki kapatıyorsunuz hemen? Neyse, kapanana kadar ücretli olan uygulamalar da bedavaymış, başka bir çeviri esnasında da oraya girip oyalanırım artık.

Bu feedjit nanesinde (sayfanın sağ tarafına bakınız) sayfama nasıl girmişler görebiliyorum ya, bakınca anladım ki beni en çok Çolpan'ı arayanlar buluyor (kime niyet kime kısmet, kadersizler...). Buradan Çolpan kardeşime sesleniyorum; dünyanın çeşitli bölgelerinden hayranın var kızım, ama ne yazık ki önce benim sayfamdan geçmeleri gerekiyor:) Ondan sonra en çok aranan şey "neler gördüm neler geldi başıma", bunu arayanlar da makus talihlerine küssünler, benim başıma gelenlerle yetinecekler ne yazık ki. Bir de mesela bugün "balkonu kapattık" diye bir arama vardı, ki balkonunu henüz kapatmamış olan biri neden böyle bir arama yapar bilemedim, yine de buradan kendisine "ben de, ben de" demek isterim.

Çok güzel, saat 12 olmuş bile. Biz İzmir'e gittik geldik, naber? Hem soğuk götürdük hem de kar üstelik. Popomuz dona dona Bostanlı sahilinde dolandık, pazardan yer elması aldık, Kemeraltı'nda döner yedik, Arkeoloji Müzesi gezdik, Urla'da 3 saniye kadar yürüyüş yapıp kulaklarımızı ağrıttık (nasıl bir soğuk yav, Ankara'da görmedim), Darwin'in Çöküşü isimli bir kitap bitirdik (neden hala birinci çoğuluz bilmiyorum), elimizi sıcak suya dahi değdirmedik (anne evi...), İzmir'in orta yerinde tepelere yürüyüş yapıp çeşmelerden su içtik, havaalanı kapandığından (kar, canım cicim kar) 4 saatlik bekleyişten sonra tırıs tırıs anne evine döndük (nasıl bir hüsranmış meğer yolculuğun ertelenmesi), akrabaların hepsiyle özlem giderdik, dedikodu yaptık, çoook güldük. Yine de anneme İstanbul'a geri taşınmasını önerdim, önceki 35 önerime ek olarak... belki kabul eder bir gün. İzmir'de 9 gün yetti ve arttı. İstanbul'da olsa böyle olmazdı.

Benden şimdilik bu kadar ciciler. Çevirime dönmezsem ıslık çalacak...