30 Ağustos 2008 Cumartesi

HUYUM KURUDU

Çoook eskiden bir pikabım vardı benim. Koyu kahverengi, kapaklı, böyle bildiğiniz veya bilmediğiniz klasik bir pikap. Onu, daha bugün geçerken aah ah ne kadar da değişmiş diye düşündüğüm Olgunlardan, yaşlı ve acayip huysuz bir adamdan almıştım. Adam durduk yerde neden huysuzluk yaptı bilmiyorum, çünkü artık kabul etmiş olduğum üzere hiç de pazarlık yapabilecek bir kişi değilim, e bu tarz tüccar adamları da en huylandıran soruyu sormuş olmam imkansız: en son kaça olur? Muhtemelen ağzından çıkan ilk rakama fit olmuş, eve pikabı tek başına götürmeyeyim yanında kadim dostları da olsun diyerekten bir iki plak da almışımdır eminim. Canım piakbımla ilgili hatırladığım en net şey onu Dikmende otururken almış olduğum. Evin haliyle en büyük odası olan salona yerleşmiş, pikabımı yer yatağımın yanına, kitapların arasına bir yerlere koymuş olmalıyım. Ve evet, huysuz ihtiyarın bana söylediği her bir ayarlamayı yaptıktan sonra bir Led Zeppelin albümü olması muhtemel 30'luğu yerleştirmiş ve açma düğmesine basmıştım. Ve fakat, çalışmadı... Hayatımın ilk ve son pikabıydı, elime doğmuş ikinci el bi bebe gibi sorununun ne olduğunu bulmaya çalışarak ve büyük olasılık sinirden ağlayarak oarasını burasını kurcalamıştım. Bu tür kurcalamaların sonunda genelde insanın elinde artmış vida, yuvarlak zımbırtılar filan kalır, ben öyle beceriksiz yaklaştım ki olaya elim başta da sonda da bomboştu. Sonra azıcık aklımla onu bir elektrikçiye götürmeye karar verdim. Fişi vardı, kablosu vardı, doğru hareketi yaptığımda yanacak olan ışıkları bilem vardı, e ne duruyordum. Aldım yavru pikabımı koştum Dikmen elektrikçisine. Adamımız sadece bir hareketle olayı çözdü: bunun ampülü yanmış. Eee? Ampül takmalı. Takın. Takalım.

Pikabım, yepisyeni ampülü takıldıktan sonra bana çok hoş saatler verdi. Led Zeppelin ve ne bileyim işte Creedence Clearwater ile başlayan plak koleksiyonum Türk Sanat Müziği, Timur Selçuk, ABBA, Elvis Presley, Rainbow, Rus klasik müzikçi bir amca, Ajda Pekkan 45'likleri ile gurur duyacağım hale geldi. Gün geldi, o koca salonda tek başıma mumları yakarak dinledim şarkıları, kimi zaman da muhtelif içkilere meze yaparak. Çok güzeldi, çook güzeldi...

Sonra, yıllar geçti. Ya da sadece 2 yıl. Reşat Nurideki evimden taşınıyordum, evlenecektim. Evdeki bütün eşyaları atma telaşındaydım. Eski, kırık çekyatları, Nuh nebiden kalma koltukları, halıları, bardakları... O telaş arasında, ve tam da gidecek eşyalar için kamyon kalkarken, bir çekyatın içinden benim bu hazineler çıkmasın mı bir anda... Hem de onları toplayacak ne bir kutu ne de poşet kalmışken evde. Ah canlarıım dedim içimden, ben sizi nasıl unuttum. Benim bekar, öğrenci evlerimi şenlendiren, hayatımda müziğe en çok ilgi duyduğum yıllarımı bana veren canım pikabım ve plaklarım, nasıl oldu da bir yüzük telaşına aklımdan çıktınız siz...

Hepsini, beyin açısından kendini hiç yormayan kapıcımı Hacı abiye verdim. Tüm o kırık dökük, işe yaramaz eşyaların yanında. Hiç beklemeden. Ve kapıyı ardımdan kapayıp çıktım gittim yeni hayatıma.

En büyük pişmanlıklarımdan biri oldu işte bu.

Bugün Olgunlardan geçerken düşündüm, bu sokak da değişmiş, ben de. Geçenlerde sıfır bir pikap görüp içim gitmişti, çok pahalıydı, almam için para biriktirmem gerekti. Yıllar önce de pahalı gelmişti, ama ben paramı biriktirip alabilmiştim sabık pikabımı. Şimdi ise, önceliklerim o kadar değişmiş ki. Hiç bir şey bahane değil; ne iki çocuk ne de hayatın zorluğu. Çok istesem alırım, ama işte sorumun gün gibi ortada: pikap bana lüks geliyor, ikinci, üçüncü değil, onbeşinci sırada geliyor. Şunları şunları alayım, sonra sıra ona da gelir bile diyemiyorum. Tuhaf bir his, anlatamıyorum.

Ama siz alın valla, gönlünüzden geçen şeyler için gerekirse para biriktirin alın. Gençlik, avarelik parayla alınmıyor gerçi ama, kendinizi es geçmeyin en azından.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

KISMETİM MERCİMEKTEN AÇILDI

Eski 360 yazılarımı blogspota taşımaya başladım. Aman ne eğlenceli bir işmiş bu böyle sormyaın gitsin. aslında yeni gönderileri böyle hiç düşünmeden, copy paste yaparak ardı ardına göndermek harbi matrak birşey. taa ışın yılından gelen (var mı böyle bir terim aceba) düşüncelerim ışın hızıyla ekrana yansıyormuş gibi oldu (hayatımda ilk kez şu hazır soğuk nescafelerden yaptım şimdi kendime, koydum turuncu pipeti de bardağa ha babam içiyorum. yalnız poşetinin üzerine bir kaç uyarı koymalarını önereceğim; iyice karıştırın, mililitre ile miligram ölçülerini bi zahmet öğrenin ki eve yığdığınız çeşitli boylardaki bardaklardan hangisini seçeyim diye kafayı yemeyin, pipetle içerken fazla höpürdetmeyin konu komşu uyanmasın, vs.).

Onları kopyalayıp yapıştırırken bazılarına şöyle bir göz gezdirdim ve şu dahiyane sonuca vardım: ben ne zamandır bloga layığını verip günlük koşuşturmalarımdan bahsetmiyorum burada. Aklım fikrim teyzemde, fotolarda, can sıkıntısında filan. Aslında günlük hayat son sürat devam etmekte ve iyice koyulaşan saçlarımı efil efil uçuşturmakta buralarda. Bu rüzgarlar, esintiler anılarımı bir bir alıp götürmeden bloga giriş yapmam gerek, eh fazla söze ne gerek, oturun şöyle yamacıma diyim hallerimi bari.

Şu günlerdeki en muhim konumuz Çağla ve Sinanı, uzun araştırmalarım sonucu pek bi şahane statüsüne layık gördüğüm Teğmen Kalmaz İÖO'na kayıt yaptırma mücadelem. Çeşitli seferler, üzerimde yeşil pantolum, eteğim, mavi ufak küpelerim veya düz beyaz mango tişörtüm olduğu halde yaptığım ziyaretlerin sonucunda, okul gibi resmi yerlerde kabul görmek için en uygun kıyafetin, şaşıracaksınız amma, mavi kot ve sütlü kahve mango tişört olduğunu anlamış bulunmaktayım (şu mango tişörtleri olmasa bitmiştim sanırım). Yeşil pantol bugün git yarın gel, etek ayın 15i uygun, mavi küpe ise müdür yerinde yok demek anladığım kadarıyla. Dün ilk kez Kaya ile yaptığımız ziyaret sonrasında elimize iki ufak kağıt tutuşturuldu. Kağıtlarda tebrikler okulumuza kaydolmaya hak kazandınız, artık yer gök sizin, yazacak sandım ama enayilik bende; bağış parası yatırmadan, 5 ytllik posta pulu almadan, ikametgah ilmuhaberi (Allahım galiba doğru yazdım) çıkarmadan kimi nereye yazdırıyorsun alooo minvalinde birşeyler vardı kağıtlarda. Neyse kısa keseyim, bugünün yapılacaklar listesinde ilk sıraya bu işleri yazmıştım, zaten başkaca da işim gücüm olmadığından ye-iç-yat takılalım bebelerle diyordum. Fekat heyhat, sen misin diyen, sen misin bugünü küçük gören, bak bakayım nerede yatıp nerede ne yiyip içiyorsun. Sabah önce Kayanın telefonu ile uyandım, ufak bir sağlık problemim yüzünden Numune Hastanesine gitmem gerektiğini söyledi. Çocukları, evindeki odaların yerini değiştiren ve bunu yaparken bir tülbentle başını bağlayarak çok sevimli olan Selma Teyzeye bıraktım. Numunede öğrendiklerim: Genel cerrah Tanju Bey, ki kendileri kim bilir Kaya ile nereden tanışıyor (bak merak ettim şimdi), benim hayat boyu kistlerimle kardeş kardeş yaşamam gerektiğini söyledi. Kardeş kardeş... Oldu canım... Ben kardeşlerimle tanıştıktan ancak 15-20 yıl sonra anlaşmaya başladım hem, yani ne diyeyim sana hoca şimdi?

Neyse ki işim çok sürmedi, hemen uçar adım çocukları aldım, bir kahve içtim alırken de, sonra Tunalı tarafına park edip Şili meydanının tam orta yerine oturmuş sokak insanının 100 metre ötesinden geçerek (sokakta yaşayan tayfa ile aramda çok büyük bir engel var: kokuları. yoksa severim hani) İş Bankasına yollandım. İş Bankasında öğrendiklerim: çocukların topladığı yaklaşık bin adet broşürden anladığım kadarıyla bu banka isminin hakkını gani gani veriyor, her iş için kredileri var, hani işin ne olduğunu söylemem süpris deseniz anında önünüze saçacaklar paraları.

Oradan çıkınca çocuklar nedense fazlasıyla erken bir saatte acıktılar. En iyi yemekçi bildiğin yemekçidir diyerek hemen Kıtıra yöneldik. İki kaşarlı kumpir ve bir "en küçük" kokoreç (adama böyle dedim aklıma gelmediği için, "çeyrek mi yani" dedi. suratsız şey) aldık ve Kuğuluda mideye indirme işlemine başladık. Kumpirlerin yarısını ben, benden arta kalanları güvercinler yedi. Amma bereketliymiş ki ziyafetin sonuna serçeler de yetişti. Sinan serçelerin geçen geldiğimize oranla küçüldüğünü iddia etti. Hayatta yapacağım son şey ona itiraz etmektir, çünkü sonunda ben hiç bir şeyi bilmeyen anne olarak kalakalıyorum ortada. Açıkçası bir şeyleri yanlış bilen anne olmayı ve oğluma "elbet yavrum" demeyi tercih ederim.

Tam yemek bitmişti ki eltim Canan aradı: Sabit babadaymış, gelir miymişiz. Gelmez miyiz ayıp ettin, hatta kırtasiye, postane, muhtar üçgeninden ne kadar uzağa gitsek yeğdir. Sabit babanın evine vardığımızda Canan börek hazırlıyordu. Ben de mercimek çorba ile yemekte tuzu olma görevimi yerine getirdim. Gerçi o çorba Sabit babanın önünde önce tatlı çorba, sonra sarı, sonra ekşi ve en sonunda soğuk çorba oldu, ama olsun ben onun orijinal halini biliyorum ya. Sabit baba şu günlerde pek iyi değil. 2 yıl önce de iyi değildi, ama artık yerinden zor kalkıyor. Ve süreklli konuşuyor. Karşısında biri varsa her telden çalıyor: peygamber efendimiz çorba ile ekmeği birlikte yiyin demiş, dün güreştim de sırtım ağrıyor şimdi, bak dışarıda kar yağıyor (hava 40 derece), bu çorba bizim buraların çorbası, adı da sarı çorba, vs... Al baba bu da buraların suyu ve ilacı, başka yerde yok:) adamcağıza bir bakıcı arıyoruz, ilgililelre duyurulur. Sabit babada öğrendiklerim: hazır çorbayı asla kendi haline bırakma, şımarıyor.

Oradaki işleri bitirip eve döndüğümüzde saat 7 olmak üzereydi. Ne de çabuk geçmiş zaman di mi? Tam üzerime eşofmanları geçirmiştim ki Canan aradı: Sabit baba ayakta namaz kılmaya çalışırken arkaya doğru düşmüş ve kafasını kapıya çarpmış. Hemen girdiğimiz gibi çıktık evden. Olay yerine geldiğimizde asayiş berkemaldi. Adamcağızın kafasının arkası çizgi halinde öyle bir göçmüş ki, ilk bakışta kan akmayan bir yarık gibi görünüyor. Of yaaa, o zamana kadar hastalığına, evdeki yalnızlığına, çöp gibi kalmasına yine de olumlu yönlerden bakmaya çalışan ben orada koptum artık. Diyecek birşey bulamadan onu izlerken Sabit baba televizyondaki çizgi film karakteri ile bir diyaloga girmişti.

Eve dönerken cep telefonum çaldı. İstanbullu bir tercüme bürosu, ki iki gündür beni yeminli tercüman yapmak için didiniyorlar nedense, 1 sayfalık bir çeviri göndereceemiş, haber eylemişmiş. İyi gönder aman eksik kalma, ben bir oturamayım şöyle popomun üstüne iyi mi, siz hep 40 çarşambayı bulun böyle, bakalım nereye kadar. Yav kardeşim evde yemek yok, çocuklar vakit geçirmek ister, dün gece yarısı giden misafirin bulaşığı duruyor, gelip yıkayacak mısın.

Çocukları haşlama faslım bittikten sonra (odalarında bale yaparak ilerleyebiliyorum) oturdum bilgisayar başına, takkıdı takkıdı yaptım çeviriyi. Hem de çocukları yeşil mercimekten, mutfağımı temiz tezgahtan, salonumu düzenden mahrum bırakmadan. Sonra dedim ki kendime:

lan Özleem, çocuk da yaptın, yarım yamalak bir kariyer de, aferin koçuma, kim tutar senii.

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Sonbahar

Annemin İzmirdeki evinde kalırken eski foto albümlerini karıştırdım bir gece. Hiç bir amacım yoktu aslında; ne çocukluğuma dönmek istedim ne de yeni foto var mı diye bakınmak. Sadece hava çok sıcaktı, evin tek klimalı odası salondu ve televizyonu açınca çocuklar kavalcılarını arayan fareler gibi koltuklara gömülüyordu, ve üstelik eve aldığım tüm o 8 pazar gazetesi de okunmuş halde sehpaya yayılmış duruyordu. Yani her şey eski fotoğraf albümlerine gizlce bakmam ve derin duygulara gömülmem için hazır beni bekliyordu. İş ki çocuklar koltuğun arkasında kalan dolabın önüne çömelmiş ne yaptığımı merak etmesinler...

Etmediler. Kimsecikler beni rahatsız etmedi. Kimse çoktan ölmüş gidip eş dostun, büyümüş de kendileri anne baba olmuş dünkü bebelerin, şimdi yüzü kırışıktan tanınmayacak halde, ama o zaman en güzel halleriyle objektife gülümseyen genç insanların fotoğraflarına bakarkenki yüz halimi görmedi, içimde tarif edemediğim duygularımı fark etmedi. İyi de oldu. Öyle kendi başıma kaldım ki o bir saat, işim bitip albümleri yerlerine koyduğumda 25-30 yıl sonrasına dönmem çok zor oldu. Daha demin genç ve çok güzel annemin kucağında ağlayan çocuk değil miydim ki.

Annem gençliğinde bence çok hoş bir hanımmış. Yolda durdurup sorarlarmış siz Hülya Koçyiğit misiniz diye. Yine de bu çakma hayranların dışında öyle güzelliği ile ön plana çıkarılan biri olmamış hiç. Benim boylarımda, esmer, her daim sade, güleryüzlü ve yaşıtlarından, kardeşlerinden daha zayıf. Çocukluğumda bile o fotoğraflara bakar bakar hayaller kurardım, bir zamanlar annemin o kadar alımlı olması çok hoşuma giderdi. Bununla birlikte çok uzun bir süre kendimi Ajda Pekkanın kızı zannettim. Buna neyin neden olduğunu bilmiyorum, çok da önemsemiyorum.

Fotoğraflarda hep Çiçek teyzemi aradım. Kardeşler arasında en güzeli oydu. En erken giden de. Son aylarda onu çok düşünür oldum. Yeğenleri arasında en çok beni sevdiğini hissettiğim için herhalde. Neden 10 yıl sonra depreşti canım teyzeme sevgim, neydi cenazesine gitmeme engel olan bilmiyorum. Şekeri 400e fırladığında hastanede görmüştüm onu; doktorları azarlıyordu, tuz getirin, ben prensipli kadınım yemeğimi tuzlu yerim diye... Hastaneden çıkıp eve geldiği günlerden birinde Yıldız teyzemi arayıp revani tarifi isteyen de oydu, bir tepsi revaniyi "atın ölümü arpadan olsun" diyerek yiyen de. Onu son görüşüm komadayken oldu. Benim canım Çiçocum, o iri teyzem, çocukluğumda elleriyle bana yumurtalar, nutellalar yediren korkusuz kadın yatağında öyle ufalmıştı ki görünmüyordu bile. Teyzem çok güçlüydü, babasız iki çocuk yetiştirmiş, kendi giyim atölyesinde tüm o tüccar erkeklere kafa tutarak hayatta kalmayı başarmıştı. Bizim için, kızları için hep örnek alınacak biriydi. Öyle tuttuğunu koparan bir kadın için çok da tercihli bir ölümdü belki. 55 yaşında ölmesinin ardından benim yıllar boyunca tek tesellim bu oldu. İstedi ve yaptı, nokta.

En çok da, en küçükleri olan Oya teyzemi görünce afalladım. Çünkü fotoğraflar onun 2-3 yaşına dek gidiyordu. Kim diyebilir ki bu çocuk büyüyecek, ilk okulda Ayşe olan ismini mahalle komiserinin yardımı ile ve ailesinden habersiz değiştirecek, ilk olarak annemlerin nişanında tanıştığı amcam ile tanışmalarından 11 yıl sonra evlenecek, ailenin en matrak elemanı olacak, uzun süre şehir şehir dolaşacak, sonunda bir kıyı kasabasına konacak diye. Kardeşimle ben ona o kadar hayrandık ki, evleneceğini duyunca çok ama çok kıskanmıştık. Amcama kıl olmuştuk bizim anne yarımızı alıyor diye. Hele ilk çocuğu doğduğunda hasetliğimiz tavan yapmıştı, başka bir çocuğu bizden daha çok sevecek diye. Ne tuhaf bu çocukluk be.

O zamanlar nelere hislenmişim, nelere kızmışım, üzülmüşüm hep hatırladım. İşin en ilginç ve güzel kısmı, aradan geçen bilmem kaç yıldan sonra aynı hisleri, kızgınlıkları çocuklarımda da görebilmem. Bu fotoğraflar benim çocuklarımı anlamama nasıl yardımcı oldu bilemezsiniz.

Aralarından birkaçını kaçırdım, annem duymasın. Gösterdim Çağlayla Sinana, tanısınlar atalarını, öğrensinler gençlik neymiş, yıllar insana neler yapabiliyormuş, bilsinler yalnız değiller diye.

12 Ağustos 2008 Salı

Oh Bea


Boşum, bomboş.

İçeride sevgili Kaya ve iki bebemiz huzur içinde uyumakta. Bir benim gecenin bu vakti kendini kaybetmiş de arıyormuş gibi gözü faltaşı. Aslında acayip uykum var ama her yolculuk sonrası gibi u-yu-ya-mı-yo-rum.

Tatil bitti (şükür). Yine Ankaradaki sıradan hayatımıza döndük (iki kere şükür). Bir tuhaflık var bende, bütün bir tatil boyunca beni yalnız bırakmayan. Bir kere hiç gitmek istemedim Kuşadasına. İnsan yüzmeye, dinlenmeye giderken döneceği günü hesaplar mı yana yakıla? Oradayken de sürekli "15 gün kaldı, 10 gün kaldı, ay bu ay kaç çekiyordu ki" diye sayıkladım durdum. Hatta sonlara doğru kendi içimde bir çeşit kriz geçirdim. Kaç çeşit kriz var bilmiyorum ama benimki çok sinir bozucuydu. Herkesler yapacak bir şeyler bulurken, günün 24 saati gülen yüzleriyle tatil keyfi çıkarırken benim gidip "hadi len dağılın, görmesin gözüm" diyecek halim olmadığından mütemadiyen insanlara çattım. Onun çocuğunu beğenmedim, bunun kıyafetini. Aşağı indim yukarı çıktım, mütemadiyen milleti çekiştirdim. Gördüğüm, duyduğum hiç bir şeyi beğenmedim. Denize girdim üşüdüm, kuma oturdum yandım. Sabah benden 2 saat önce uyanıp denize giden, sonra kahvaltıyı hazırlayıp beni uyandıran anneme söylendim. Gündüz canı sıkılan, sıkıntıdan televizyona dalan çocuklarıma çattım. Her daim beni seven ve sevgileri belli eden teyzelerime, kuzenlerime, konu komşuya Kuşadasını karaladım. Doluya koydum almadı boşa koydum dolmadı. Ye, iç yat, deniz, havuz, alışveriş, ekmek elden su gölden yetmedi. İçime sığmadım taştım. Kızılayı, mutfağımı, alt komşumla içtiğimiz kahveyi, canlarım arkadaşlarımla iş çıkışı buluştuğum simitçiyi, tuvaletimizi, Armadayı, Ankara binalarını, büyük şehri çok özledim. Her şey gözümde tüttü. Sanki Japonyaya gittim mübarek.

Buna karşın hayatın o kadar içindeydim ki, kafam bomboştu. Bütün o akraba sorunlarının, yazlık komşu dedikodularının, laf atmaların, can ciğer olmaların öyle dibine düştüm ki afakanlar bastı. Millet her yaz kaç ay bunları nasıl, neden, hangi amaca hizmet çeker ki? Sadece deniz/havuz, 5 çayları filan tüm o karmaşaya katlanmaya yeter mi? Yetmezmiş.

Tatilin son 4 günü kendimi İzmire zor attım. Orada da yapacak fazla bir şey yoktu gerçi, ama İzmir şehir olması ile, alışveriş merkezleri, işinde gücünde insanları ile az da olsa Ankara özlemimi dindirebildi.

Yani anlayacağınız ben döndüm. Gülrunun deyimi ile: benim döndüm var, babam bana döndüm aldı:)

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Yazlık Yazdık Yazzık


Hayatta bana uygun olmayan bir kaç şey varsa biri de şu yazlık olayı yemin ederim. Ne yaptıysam ne ettiysem, her gün denize gitmeye, miskin miskin oturmaya, hiç canımı sıkmadan evin terasında çay içmeye, akşam üzerileri konu komşuya ziyaretlerde bulunmaya alışamadım ben. Şu saydıklarımı yapabilmek için beni bir mahzene kilitleyip yerime geçmeyi aklından geçirenlere şunu demek isterim: hiç boşuna uğraşmayın, ben çok denedim kaçmayı ama bir hafta daha bu nafile işlerle ilgilenmeliyim.

Yazlıklar enteresan yerler bir yandan da. İnsanın bir yıla yakın bir süre vakit geçirdiği ve asıl düzenini kurduğu evinden çıkıp bir iki aylığına da olsa bambaşka bir düzene, başka komşulara, bol bol suya, açık havaya, güneş yanığına, bahçe sulamaya, sahilde çekirdekli yürüyüşlere, her Allahın günü duş almalara, yapacak bir şey bulamayıp sabah öğle akşam yorgunluk bahanesiyle kestirmelere, denizde kuma havada oksijene gani gani kavuşması, öte yandan burada benim dışımdaki herkesin bu ikili düzene gayet başarı ile adapte olup beni dımdızlak, "nasıl oluyor da oluyor" soruları ile başbaşa bırakmaları ılginç...

Aslında cevabı hiç mi hiç merak etmiyorum. Tipler güzelim yaz günlerini hep aynı yerde sıkılmıyormuş gibi yaparak geçiriyorlarsa bana ne. Ben yalan diyemem kendime, fena hem de çok fena halde sıkıldım buradan. Yani annemlere ayıp olmayacak olsa biletimi hemen öne aldırır dönerdim taşına hasret kaldığım bozkır susuz Ankaraya.

Şu an ateşim var. Yani erkenden yatsam ve güzelce uykumu alsam hiç fena olmayacak. Ama bu, akıllıların yapacağı bir davranış olurdu. Oysa ki ben yazlık sevmeyen, şu günlerde her şeye dudak büken, kitap bile okumaya üşenen, kafası karışık ve çocukları henüz uyumamış bir tipim. Bunlar uyuyunca kendimi tv karşısına bir atışım var görseniz şaşarsınız. Dün gece 1de uyumaya karar vermiştim, televizyonu kapadığımda saat 4dü mesela. Ne yapayım, güzel bir film vardı aa..

Ateş ve baş ağrısı izin vermiyor bana. Çok istememe rağmen arkası yarın yapmak durumundayım. Hepinizi özledim. Sevgulsan, Amarikadan bloguma bakan, şu dünyadaki en eski arkadaşım(10 gün ara ile aynı hastanede doğmuşuz), zamaninda hakkında blog yazdığım Seda. Fekat diğerlerini bilmiyorum, zaten bilmek de istemiyorum. Hatta bu yeni nane beni rahatsız etmeye başladı desem yeridir. Beni kıl ediyorsa bu sayfayı ziyaret edenleri kim bilir ne ediyordur...