28 Temmuz 2008 Pazartesi

Yazdım oradan buradan

Demin eski girdilerime bakıyordum öylesine. Ne kadar laubali ve özensiz yazmışım kimilerini ya. Ben eskiden de böyle miydim acaba, yoksa bu blogspot beni bozdu mu yavaş yavaş. Bundan böyle daha özenli olmaya dikkat edeceğim, hani bunu niye yapacağım bilmiyorum ama...

Dün Gülru hanım ile görüşebildik. Onu, sanki hayatımızın doğal akışı bunu gerektiriyormuş gibi önce denize, sonra havuza, sonra tekrar denize yönlendirdim. Biz, dedim, sürekli bu şekilde yaşıyoruz burada, bir elde deniz bir elde havuz, gir girebildiğince...

Ve tabi bu kadar umursamazlık gece yarısı öcünü aldı benden: Sinan bütün gece kustu durdu. Aslında çok da şaşırmadım, sabah 11'den akşam 6'ya dek durmaksızın suya girdi, annesi olarak daha yakından ilgilenseydim sanırım yediği onca güzel pastayı, tostu, eti çıkarmayacaktı (buraları iğrenç, okumayın derdim ama geçmiş ola). Sabah İzmir yolunda bu kez Çağla başladı kusmaya. Hay Allahım ya, arabada her bir detay mevcuttu ama ne ıslak ne kuru bir tane mendil bulamadık. Neyse ki bir park yerinde delilleri yok edebildik az sonra. İzmirde de annem işlerini hallederken ben çocuklarla evde Yaprak Dökümü izledim. Ne annemin tavsiyelerş, ne o uzun can sıkılmalarım, bu diziyi izlemem için geçerli bir neden olamamıştı, bugün ömrümün ilk yaprak dökümünde kim kimdi bir türlü anlayamadım. Ama Halil Ergünün botokslu yüzü beni gerdi:)

Dönüşten önce Yıldız Teyzemle klasiğimiz haline gelen İkea gezmemizi yapmamıza engel olmadı iki hasta bebe, sabırsız bir anne ve parasızlık. Koca kırmızı dolaplarını atacağımdan, çocuklar için daracık, hiç yer kaplamayan muşamba bir raf-dolap aldım.

Şimdi yine silinirmiş tüm bunlar... Var ya, isyan ederim artık. Üniversite tercihlerimi belirledim bu akşam. İlki İtalyan dili, sonra sırasıyla Alman Dili,Latin Dili, Turizm Rehberliği ve Sanat Tarihi. Son ikisinin sırası değişecek. İspanyol diline maalesef puanım yetmiyor. Diğerlerine de yeteceğinden şüpheliyim. Kimi sorunsallar var puanlamada ve burada anlatmak can sıkar. Sonuçta hiö bir yeri kazanamazsam hiiiç şaşırmayacağım. Bu sınavın bana acayip hoş bir faydası oldu bu arada: Almanlardan haz etmesem de, Alman dilini ne kadar öğrenmek istediğimi anladım. Kızılaya giderken Alman Kültür Merkezi var, hiç ir yeri kazanamazsam oraya devam edebilirim. Bu arada dillerle aramdaki ilişki de gayet net bir hale geliyor: dilleri sev, konuşana kıl ol.

Aman hemen basıverdim bu blogu, silinirse harbi bozulurum...

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Ne ya bu

Öfffffffff olamaz yaa, uzun uzun yazdım ve laptopun o adını bilmediğim elle idare etme kısmına elimin ayası kaydı ve tüm o yazdıklarım silindiiiii. Çok sinit bir durum!!!

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Kendi Kendimi Mimledim

Şu yaşıma geldim ömrü hayatımda kimsecikler bana bir mim atmadı... Kimse gelip tık tık tııık mim geldiiii demedi. Kimseye, mimlenmek güzeldir nidaları atamadım...

Ben de ne yapayım, oradan arak buradan burak (of uyumun uyumsuzluğu bu olsa gerek), ecnebi bir arkadaşın blogunda gördüğüm soruları burada yanıtlamaya karar verip zorlukla ve saatler süren bir uğraşla türkçemize kazandırdım. İşte söz konusu beş zor soru ve sübjektif yanıtları aşağıda bilginize sunulmuştur:

1. 10 yıl önce ne haltlar işliyordun bakem?
Immm, 10 yıl önce yani 1998 yılında, hem de yaz tatilinin tam ortasında ben ne ile uğraşıyordum acaba? Üniversiteden mezun olalı 1 yıl olmuştu, Oya ile tanıştığım şirkette 3 ay önce işe başlamıştım. Demek ki Oya ile tanışalı tam 10 yıl olmuş haa, vaay be... Neyse, konumuza dönecek olursak, Ebru ile fotoğraf çekip aylak aylak geziyorduk muhtemelen. Meşhur iş çıkışı Ekspres molaları da o dönemlerde olmalı. Yoksa Ebru İzmirde miydi??? Ebru, 98'de neredeydin kız? Bak çok önemli bu benim için, hayati bir konuyu irdeliyorum burada... Neyse, 98'de ev taşıdım ben bir de. Ev arladaşlarımla çok kötü ayrılıp denize düşen yılana sarılır misali bir Kazakistanlı ile aynı evi paylaşmaya başladım. Sonra o da beni 100 dolar dolandırıp kaıyplara karıştı, ama bu 98'den sonra oldu sanırsam. Kaya askerdeydi o dönem. Her Allahın günü telefonlaşıyorduk, hep ben arıyordum:) Başkaca da bir şey hatırlamıyorum...

2. Belli bir sıraya dizme zahmetine katlanma ama, bu gün için yapılacaklar listendeki 5 şeyi şıp diye söyler misin?

Tabi anacım al buyur: Kuşadasına pazara ve terminale gidilecek, çocuklar havuza atılacak, bankadan para çekilecek, ev temizlenecek, hım hım hımmmm, ay aklıma beşincisi gelmiyor, puan kırmasanız hocaaam. Ay anlayın işte, plansız programsız ve avare bir tatildeyim..

3. Tıkınmaktan hoşlandığın bir iki abur cubur de hele?

Ben hayatta abur cubur niyetine en çok pringles'ı severim, fekat o da çok pahalı anacım, almaya kalksam boğazıma takılır valla... Bir de Maraştan taze taze, henüz olgunlaşmadan gelen Antep fıstığı vardır. Böyle o sert kabuğunun üstünde yumuşak bir kabuk daha vardır, hem o sert kısım henüz sertleşmemiştir. Allaaaah, önüme koyduğum kadarını bitirebilirim. 2 kilo ver, anında midede.

4. Şİmdiye dek hangi şehirleri ya da sokak, mahalleleri varlığınla onurlandırdın?

Bu sorunun sorulması gereken son kişi olmalıyım bence, çünkü cevabı sayfalar sürebilir. Anne babamın evlerini saymayacağım, ama onlarla da Almanya, Adana, Ankara, İstanbul gibi yerlerde uzun süreli kaldım, kısa olanları es geçiyorum. Kendi başıma ise sadece Ankarayı sayabilirim. Ama ne Ankaraydı, siz gelin onu bir de bana sorun... Dikmeninden Batıkentine, Eryamanından Beştepesine, Çevre sokağından Ayrancısına gezmediğim görmediğim semt kalmadı diyebilirim. En sevdiğim evim Ayrancı Tomurcuk sokaktadır, ve o apartmandan bir evim olması için hala arada dua ederim...

5. Milyoner olsan beni unutur musun?

Sen kimsin bacı? Gördüğün gibi milyonerlik olasılığı üzerinde düşünürken bile satabilirim seni... Milyoner olsam en hızlı şekilde yapacağım şey, paramı alır almaz, yanıma bir çorap bile almadan çocuklar ve Kaya ile Japonyaya gitmek olacaktır. Oradan ülkeden ülkeye zıplayarak yurtdışında yaşayan tüm arkadaşlarımı ziyaret etmeye. Sonra Sinan için Antaktika, Çağla için Amerika. Sonrası Allah kerim...

Hadi, ben şimdi hayatımda ilk kez yapacağım ama, Nazlıyı, Pınarı, Sevgülü, Denizi ve Sanemi mimliyorum. Soruların daha kibar biçimlerini yazabilirsiniz elbet. BU arada, bu arağım daha önce başka bir Türk blogcu tarafından yapıldıysa geçmiş olsun. hem biz kendi kendimize takılıyoruz di mi?

Hadi eyvallah şimdilik.

Bloglardan Blog Beğen...

Selam millet,
Sizlere bu akşam İstanbul, İstanbul olarak görülen bir yerden yazıyorum. Hayır Kuşadasını terk etmedim hiç, fakat şu yeni nane dün beni Hakkariye göndermişti, bugün de acıdı halime herhal, dur şunu bi böyük şehire göndereyim de gözü gönlü açılsın dedi... Kuşadası, o dalgalı ve yosunlu denizi, hafif hafif esen rüzgarı, gece göğünün güneyinden bize bakan parlak yıldızıyla dünden bugüne pek bir değişiklik geçirmedi. Sadece gün biraz daha kısaldı. Ve sırtımdaki yanık sızısı dindi. Ve çocuklarım, kuzenleri ile kavga etmeye başladı. Bu kadar.

Bu blogspot aleminden bahsetmiştim ya dün (hatta blogger diye yazmıştım ve kimse çakmaz diye düzeltmemiştim), şimdi bu blogspot olayında binbir türlü insan var. Desem de inanmayın. Kaç gündür gece uyumuyorum, sırf şu alemde kaç Türkün sayfası var, kim ne yazmış, kimin kocası ona ne yapmış, kimin bebesi en zeki, kim su içerken yılan dokunmuş hep öğrenmek için. Anladığım kadarıyla bunlar bir cemaat. Toplasak 60-70 kişi ederler. Belki daha fazlalar ama cemaat liderleri kimilerinin sessiz kalmasını istiyor bence. Söz konusu onca sayfaya, onca yazara, ve hatta yazamayana rağmen blogların hepsi, ya da gruplara ayıracak olursak bir grup blog yazılarının hepsi bir iki kelime değişikliği ile aynı kişi tarafından yazılmış gibi. Allahım ya bu kadar mı birbirinden görüp taklit eder insanlar yaaa... Lan salakolar, hepiniz birbirinizi okuyorsunuz zaten, neden aynı şeyleri yazmak için o kadar uğraş verip yeni sayfa açıyorsunuz? Şİmdi bu bloglar bir de kendi aralarında konularına göre gruplara ayrılıyorlar. Ya da resmi olarak ayrılmasalar bile ben onları çoktan kategorize ettim, onlarla oynadım, ayrıca onlara yafta yapıştırıp isim koymayı da unutmadım. En nefret edilesi gruplar nefretin şiddetine göre aşağıya sıralanmıştır:
1. Çocuklara adanan bloglar
Of ki ne of, en nefret edilesi grup bunlar işte. Dünyadaki tek çocuk ile onun dünyadaki tek kadın olan annesi arasındaki muhteşem ilişki anlatılıyor. Aman ben çocuğumu şöyle severim, aman dünyada annelik gibi kutsal birşey yoktur, yihuuu çocuğumla şöyle çatlatıcı faaliyet yaptık. Yani bunlar arada sırada anlatılsa başım gözüm üstüne, ama dediğim gibi sen git koskoca blogu o minicik çocuğun agusuna, çişine filan ada... Ya dur bi sakin ol yavru ya... Anladık çok sevindin şu anlamsız hayatına sevimli bir velet katabildiğin için, ama yani duygularını kiminle paylaşmayı umuyorsun ki? Anne olanlar zati bilir ne menem birşey olduğunu anneliğin, e anne olmayanların işi ne senin blogda. İşte anca böyle benim gibi sinir ola ola okuyanlar kalır geriye belki. Onlar da olmaz olsun kardeşim, istemez akşam akşam gıcıklığın top noktasına ulaşmayı.

2. Yemek tarifleri ile bulanmış, unlu, bulgurlu, çilekli bloglar.
Ayyy, valla bunlar insanı yemek yapmaktan soğuturlar. Tamam biliyoruz, paylaşmak güzeldir, hatta çocuklara pisküütünü arkadaşınla paylaş demek de çok takdir görebilecek bir davranıştır, amma kim dedi sana git olayı abart, sırf blogda yazacaksın diye onca yemeği yap, sofran için koş Paşabahçeden bin türlü güzel alet edevat al, sonra her Allahın günü misafir varmışçasına kurduğun o 70 kişilik sofranın fotosunu çekerek bloguna koy diye? Hem var ya, tariflerini denediğim bir sürü site de kof bu arada. Zaten adı sanı haklı olarak duyulan bir ikisi hariç hepsini blog çöplüğüne atmalı. Dünya üzerinde bir blog çöplüğü kurulmamışsa acilen kurulmalı. Yeni bir blog açmaya kalkışanlar, matrak olmayacaksa bloglarını çöplüğe atılacağı konusunda uyarılmalı. Hatta tehdit edilmeli.

3. Bu kadar sanırım. Benim gruplara ayırma işim hiç bir zaman ikiyi geçemezdi zaten. Fakat tüm o ıyyyy sayfaların dışında, hakkaten de çok severek takip ettiğim bir iki blog mevcut neyse ki. şimdi buraya adlarını yazıp da kimseyi kıllandırmak istemem, ama şu yeni zımbırtı ile nerelere girdiğimi görebilen olursa takip etsin.

Şimdi bir yeni girdi daha yapabilirim, hoş birkaç soru ile karşılaştım yabancı bir blogda. Eminim tanısaydı beni mimlerdi ve ben de o sorulara cevap vermek zorunda kalırdım. Mimlemenin ne demek olduğuna dair ufak da olsa bir fikriniz oluştu mu şimdi?

Hadi hadi, dağılalım arkadaşlar, herkes sayfasını güzelleştirmeye bakiiim.

22 Temmuz 2008 Salı

Hello africana tell me how you doin


Tatilimin tam ortasından herkese selam. Olanca tembelliğim ve avareliğim ile Kuşadasından bildiriyorum. Burası sıcak ve kurak. Bir de günler kısa. Ve yoğun. 24 saat çocuk hizmeti emrinizde, bir saniye ayrılmıyorlar yanımdan. Yine de yapacak çok şey var geçen seneye oranla. Nasıl oluyor bu durum anlamadım. Geçen sene daha bi hevesliydim birşeyler yapmaya, bu sene pek bir rahatım ve daha iyicene geçiyor günlerim.

Sevgülün bir gününü anlatması çok hoşuma gitti, hemen taklit etmezsem olmayacak anacım. İşte size canlı canlı Kuşadası günnüğü:

Sabah sabah 9:30 gibi kalkıyoruz örtüsü yere düşmüş yataktan. Evin ikinici katında 3 oda var, bizden başka kimse kalmadığı için her gece bir odayı seçip orada sızıyoruz çocuklarla. Onlar genellikle güneşin doğmadığı odalardan birinde uyurken ben salaklığımdan olsa gerek, en sıcak ve ışık alan odayı seçiyorum mütemadiyen. Annem ise en üst kattaki malikanesinden aşağı 8:30 sularında inip sabah denizi teftiş ediyor. Annem ve teyzemler güneşe olan hastalıklı düşmanlıklarına bu sene de devam ediyorlar ve saat 10 olmadan eve varmış oluyorlar. Her sabah deniz nasıldı diye soruyorum, her sabah haaaarikaydı yanıtını alıyorum. Tahmin edersiniz ki gittiğim her deniz harika değil, ya da nasıl diyor siz ona, deniz her gün bize güler yüzünü göstermiyor; deniz iyi olsa hava muhalefet ediyor, aman o da olmadıysa yolunu şaşırmış yosunlar geliyor geliyor tam da denize girdiğimiz alana bırakıyorlar kendilerini...

Her neyse, tam da bizim kahvaltı saatimizde annem yüzmeden dönmüş oluyor ve hazır kahvaltıya cumburlop oturuyor. Oh oh Ayla hanım, kaynananız seviyormuş sizi valla. Kahvaltı sofrasını olduğu gibi bırakıp havlularımız ve bir iki ıvır kıvır ile birlikte denizin yolunu tutuyoruz. BU arada kardeşimin eşi Handan'la da konuşmuş oluyoruz, aynı zamanlarda kıyıya varıyoruz böylece. Kardeşim bu sene denize daha yakın olan bir siteden ev kiraladı. Ev bize de çok yakın. Ama bizim ev denize çok yakın değil. Bizim ev bakkala yakın. Bir de Serdarların kiraladıkları eve. O ev de denize yakın, ama bakkala değil. Daha anlatayım mı?

Denizde kalış süremiz gün geçtikçe kısalıyor nedense. İlk gün 4 saat kalmıştık mesela. Dondurmasından mısırına, kumdan kaleden yüzme yarışına her bir şeyi denemiştik. Sonraki gün bu süre 2.5 saate indi, ve mesela bugün ne yazık ki denizin yolunu bile bulamadık... Bugün tatil ilan ettik gerçi kendimize. Çünkü ben kıronun önde gideni şeklinde saatlerce güneçte kalmaktan sırtımı ve bacaklarımı öyle yaktım ki gece yatakta dönemedim bile. Güneş kremi sürseydin yavrı diyen sesinizi duyar gibiyim. Hani salağım ama o kadar da değil demek isterim sizlere, 50 koruma faktörlü kremlerle bu hale geldim ben, ne diyorsunuz...

Deniz faslı bir şekilde bittikten sonra evlere geliyor, şööyle bir duş alıyor (şööyleden kasıt, bahçe hortumundaki ılık su kadar üstümüze su dökünmek), öğle yemeğini yiyor ve nefret edilesi güneşin gitmesini, yumuşak, kimseye zarar vermeyecek denli iyi niyetli güneşin gelmesini bekliyoruz. Ve ver elini havuz. Annemlerim sitesinde kocaman bir havuz var. Sadece bana göre değil, gören herkese göre gayet iyi ebatlarda. Aslında dur ya, çok atmayayım, gelecek hafta Gülrular gelecek, hani görürler, amaaan bu muydu derler filan. Neyse yani işte fena olmayan bir havuzu var annemlerin. Amma velakin girerken sitede oturduğunu ima eden yeşil bilekliklerden takman gerekiyor. Ben bunu hep unutuyorum. Çünkü değil yeşil bileklik, koluma pırlanta verseler bir şey takmak prensibim değildir. Tabi bu genellikle sorun oluyor çünkü ya ileri derecede göz bozukluğu ya da ileri derecede geri bir zekası olan havuz görevlisi her Allahın günü görüdüğü halde bizi tanımamakta direniyor. Biz de ne yapıyoruuz, gidiyoruz ayrı ayrı sitelerde oturan iki teyzenin havuzlarına yancı oluyoruz. Çağla olayı aştı bu arada arkadaşlar, kuzenimin yüzme dereceleri olan 8 yaşında kızı ile beraber yapmadığı şey kalmadı havuzda. Atladı, daldı, su içinde döndü, birbirilerinin altından üstünden geçtiler, bir birinin üstünden atladı, su içinde birbirilerine güldüler, vs vs... Oğlum ise hala küçüklerin havuzunda kendi başına takıldı. Kendi kendine acayip yeten bir çocuk yetişiyor. Bu iyi mi kötü mü büyüyünce göreceğiz. Aslında istedi mi gayet de hoş sohbet olabiliyor ama istemekten haz etmiyor galiba:P Neyse, akşam 6'ya 7'ye dek havuzda takıldıktan sonra yine evimize gidiyoruz ve bu kez doğru düzgün bir duş alıp (yalaaaan, dışarıda bahçe hortumu ile yaptığımız yalap şap işlemin aynını yapıyoruz, tek fark banyoda olmak) akşam gelebilecek misafirler veya gidebileceğimiz misafirlikler için şöyle eli yüzü düzgün bir şeyler giyiyoruz. Akşam yemeği, gelen giden, veya bir yürüyüş derken bütün faaliyetlerin bitmesi ve çocukları kendi hallerine bırakmam 10'u buluyor. YA internete bakıyorum ya televizyon izliyorum ya da annemlerle geyik yapıyorum. Gece de 2-3'ten önce yatmıyorum... Tüm bunların arasında nete giriyorum girmesine ama öyle bir tatil hissi geldi ki, sanki benim yazmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum, başka blogların yeni yazılarını bekleyip yeni bir şey göremeyince gıcık oluyorum. Haaa unuttum tabi, şimdi fotoyu yükleyince aklıma geldi: havuza gitmeden önce mutlaka beş çayı gibi birşey oluyor. Çok tehlikeli olan bu çayın aslında karıncayı bile incitmek gibi bir niyeti olmasa da, yanında beliriveren börekler, lokmalar, kekler, lazanyalar (yaa işte böyle bir aileyiz biz, beş çayının yanında lazanya yiyoruz) bütün işi bozuyor.

BU arada tüm bu blogger aleminin aslında sayıları 50-60'ı geçmeyen ve nedense aralarında bizim grubun bulunmadığı kimi tuhaf kimi hoş insanlardan oluştuğunu da keşfetmiş bulunuyorum. Aman kardeşim herkes herkesle arkadaş, aman bir yorumlar böyle 20-30 tane, herkes birbirini mimliyor (o ne diye sormayın, garip bir şey için garip bir isim deyip geçelim şimdilik, ve lütfen küfür olarak kullanmayalım, bkz: lan gelirsem oraya mimlerim seni ha), aman şunun doğum günü kutlayalım, aman geçen gün xxx geldi bana, tam da yazılarında anlattığı gibiydi, oooh sefam olsun şeklinde bir muhabbettir gidiyor. Hani araya nasıl oluyor da katılamıyoruz ben anlamadım. Gerçi ben memnunum yani, yanlış anlamayınız, nerede çokluk orada...

Neyse ya, geç oldu. Bakayım şu yeni eklediğim ve şimdi adının unuttuğum zımbırtı benim için "hımmm Aydın, Hakkariden bir yazı,alkış lütfen" diyecek mi...

BUraya bir foto da eklemek dileğimdir, amma dur bakiim bilgisayarda var mı şöyle adam çatlatacak bir şeyler.

Öpenzi hepinizi

11 Temmuz 2008 Cuma

alıntılar

Dün gece
Yağmur konuştu benimle,
usulca.

Dedi ki:

ne hoş şeydir düşmek
kıvrak bulutların arasından
tekrar mutlu olmaya

yeryüzündeki yeni bir yola.
aynen buydu dediği
damlarken arada

demir kokarak,
ve kaybolup giderek
bir okyanus rüyası gibi
dallara
ve çimlere düşerken

sonra durdu.
gökyüzü aydınlandı.
bir ağacın altında
oturuyordum ben.

ağacın yaprakları mutluydu
Ben mutluydum

ve gökte yıldızlar vardı
o an kendi olan yıldızlar

yıldızlarla dolu ağaca sarılan
sağ elimin
sol elimi tuttuğu o an

ve o yumuşak yağmur -
hala bize ait olan
uzun ve mükemmel yolculukları
hayal et! hayal et!



bir blogdan alınma bir şiir. yarım yamalak çevirdim, çünkü şiir çevirmek benim gibi şiir okumaya dayanamayanların harcı değil aslında. aynı blogda annelikle ilgili çok harika bir cümle geçiyordu, aşağıya yazıverdim. blog sahibi kadın amarikalı, 3 bebek peşinde dördüncü de göbeğinde, çocuklarına evde eğitim veren, örgü ören,kostüm diken, ufak tarlasında çocukları ile sebze yetiştiren, yani yaşamıyla adam çatlatan tamamıyla sinir bozucu bir anne. Buna karşın, anneler günü blogunda yazdığı aşağıdaki cümlesi ile olayı çözdüğünü de itiraf etmeliyim.


"The moments of mothering, in my experience, aren't full of dynamic, extravagant and earth-shattering events. They're full of little moments like these. The world quietly turning, a heart steadily beating."

öptüm

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Hiç bir şeyim yoksa, şu dünyada iki tane taş gibi projem var benim naber? Ne demek istediğimi Hürriyet gazetesini takip eden şanssızlar anlayabilir belki. Anlamayan ya da anlamak istemeyenler için Ayşe Arman diyeyim, cumartesi eki diyeyim, kendini mi fikirlerini mi satmaya çalıştığını hala çözemediğim bir uzman diyeyim, ve bunlar da yetmediyse insanı dehşete düşüren bir röportaj başlığı diyeyim: her çocuk bir projedir (veya buna benzer bir şey işte).

Bu salgın ne zaman başladı bilmiyorum, veya kimin aklına geldi tüm bu deli zırvası. Kimm çocukları birey olarak görmekten vazgeçip oradan oraya koşturan, "yürüyen" projelere dönüştürdü? Her kim ise o kendini bilmez, buradan bir sesleneyim kendisine: heey, sen deli insan, senin mutsuz çocukluğunun, bitmez hırsının, korkulu rüyalarının cezasını bizim bebeler çekmek zorunda mı?

Her annenin aklında, çocuğu için her dönem değişik şekillerde kendini gösteren bitmek bilmez endişeler vardır. Bebekken maması, altı, üstü, vırtı zırtı; biraz daha büyümüşken belki zekası, belki sosyal yaşamı, elde ettikleri, edemedikleri; okul çağındayken dersleri, ne kadar uyuduğu, ne kadar boş durduğu; ve henüz anne olarak değil ama bir annenin çocuğu olarak yaşadığım gençlik döneminde arkadaşları, sınavları, içtikleri içmedikleri... Dünyaya geldikten sonra tüm bu saydıklarımla zaten yeterince endişe veren bir çocuk için, acaba şu saydıklarımın hangisi daha önemlidir? Hımm, annem bugün bana meyvemi yedirmedi, cık cık; yav bu saat oldu hala ayakta tutuyor beni gördün müü; len bak seen derslerime yeterince özen göstermiyor bu adam mı diyorlar içlerinden? Şahsen ben çocuklarımın bunları iplediğini hiç ama hiç sanmıyorum. Onlar; daha fazla imkanım, içi hoşluklarla değil boşluklarla dolu olan bir beynim, şu anda eser miktarda görülen hırsım olsa gönderebileceğim tenis, bale, at, briç (gülmeyin İstanbulda gönderiyorlar bu yaşta bebeleri, zekalı olsun diye) derslerini de bir yerlerine takmayacaklardı üstelik. Çünkü bildiğim tek şey var, dünyadaki tüm çocukları hoplaya zıplaya atlayacakları bir şey: hepsi de mutlu olmak için ana babalarını bile ezer geçerler imkanları olsa. Bu yüzden Çağla ve Sinan benden gizli şeker aşırıyorlar mutfaktan, bu yüzden yapmayın dediğim halde yağmurdan sonraki birikintilerde zıplıyorlar (ve kirlenmek güzeldir diyorlar), ve evet sırf bu yüzden resimlerle kendilerini anlatıp oyunlarla saatlerini geçiriyorlar. Çünkü onların yapabilecekleri en güzel şey bu, mutlu olmak. Ve biz fani ana babaların da çocuklarımıza öğretebileceğimiz en önemli ders mutlu olma dersi.

Röportajı okurken yüzümün aldığı şekiller görülmeye değerdi. Hayatın bir çok acı gerçeği olduğu doğru, rekabetin arttığı, çok şey bilenin çok kazanacağı, az ile yetinenin de kim bilir ne olacağı doğru. Ama hiç kimse de beni yolumdan döndüremeyecek. Benim için daimi zafer onların yüzünden eksilmeyecek içten gülüşler olacak, ister bir marangozhanede üç kuruşa kan ter içinde çalışırlarken olsun ister bir plaza lokantasında mantar flaminyonunu yerken.