17 Mayıs 2012 Perşembe

Ne demiştik en son? ha, öz güvenden filan bahsetmiştim değil mi? aslında şu anda akşam için yapacağım köfteyi yoğurmam, sonra ellerimi sıcak suda 45 dakika yıkayıp bahçeye geçmem ve aldığım papatyaları ve adını bilmediğim iki tür çiçeği büyük saksılara ekmem, ama her şeyden önce bir tuvalete gidip gelmem gerekiyor. ama takip ettiğim bir blogda "şunların olmasını istiyorum" başlıklı bir girdi gördüm ve başlık çok çekici geldi. kadının olmasını istediği şeylerle benimkiler arasında dağları bırakın, kıtalar filan var, ama dedim ya, başlık köfteden de, çiçeklerden de, çişten de çekici geldi. hem benim blogu sadece siz izliyorsunuz (pardon, siz kimdiniz?), yani şimdi araklasam kim fark edecek...

ben de bunların olmasını istiyorum, hadi bakalım:

1. düzenli kitap okumak. yani okuduğum kitabı düzenli şekilde okumak. yatağın yanındaki her iki komodinde de yirmiden fazla kitap duruyor ve ben sadece birini okuyorum, onu da uyumadan son 10 dakika önce filan. gündüz boş olsam dahi o kadar uykulu oluyorum ki, değil kitap okumak, kapağını bile açmak zul geliyor. ben galiba zihin tembeliyim...

2. pikap almak istiyorum. yaklaşık 4-5 yıldır bu istek depreşti ama gidip satın alacak kadar değil anlaşılan. pikaptan önce salonun mobilyalarını değiştirmek var, e onu da hala beceremedim, beklemedeyim...

3. salonun ahşap mobilyalarını değiştirmek istiyorum. modele henüz karar vermesem de, şöyle pencere önüne bodur, uzun ve kapaklı bir şey, tv altlığı ve içkiler için ayrı ufak bir dolap istiyorum. Tanrım, çok şey mi istiyorum!

4. kondisyon bisikleti istiyorum. bacaklarım haddinden fazla yumuşak, neden bir madonna olmayayım, neden benim de şöyle futbolcu kaslarım olmasın diye düşünmüyor değilim.

5. Çocukları çeşitli etkinliklere, ota b.ka götürmek istiyorum. Notlar alıp o notları yazdığım defterleri aylar sonra karıştırıyorum. biraz da düzenli olmayı dileyebilirim tabi...

şimdilik bu kadar. ayşe teyzenin not defteri gibi oldu ama, bir girdi daha yazabildiğim için mutluyum, gururluyum...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Nasıl değişti her şey son yazımdan beri...

Aslında görünürde değişen bir şey yok. Hayatım aynı üçgende devam ediyor; ev-okul-kurs. Araya bazen bir misafir veya takıldığım bir bar giriveriyor. Çağla aynı, Sinan aynı, Kaya aynı... Çeviriler bazen yoğun bazen özletiyor. Evim, neredeyse yaprak kıpırdamamış şekilde aynı. Arkadaşlarımın inişleri, çıkışları, mutluluk ve üzüntüleri de aynı...

Değişen benim. Hayatımda değişimden bu kadar mutlu olduğum bir dönem de olmamıştı. Ben derdim ki kendime uzun yıllar boyunca, anlamsız bir öz güvenim var, dünya üstüme gelse yıkılmam, çok şuyum çok buyum, hey heeyt ben neyim! Bu öyle bir güvendi ki, üstüne bir şeyler inşa edemiyordum. Hayattaki rolüm bitmiş, uzatmaları oynuyor gibi hissediyordum. Böyle gidecekti işte, ben üçgen, dörtgen, hadi bilemedin beşgen içinde yaşamıma devam edecek, kabuğumdan sıyrılmayacak, güvenli kozamı delemeyecektim.

Senaryo kursunun ilk günü hocamız bir cümle sarf etti: Sizin benim gibi bir güvenlik kozasında yaşayan insanlardan senarist çıkmaz. Adam bu cümleyi sırf senaryo/senaristlik bağlamında kurmuştu ve sonuna kadar haklıydı. Ama bu cümleyi bu bağlamdan çıkarır ve bütün ayatınız açısından düşünürseniz, bundan sonraki yaşamınızda bırakın senaryoyu, bir paragraf yazmayacak olsanız dahi, sizi ne kadar etkileyebilecek bir cümle olduğunu anlarsınız. Ben, ilk duyduğum andan itibaren bu cümle ile hayatımı sorgulamaya başladım. Gayet makul sebeplerden dolayı inanılmaz sağlam bir koza kurmuş olduğumu (ki bir aile kuran herkesle aynı durumdayım), günlük yaşamın kısa anlarında bile bu kozadan çıkmaya isteksiz olduğumu, güvenliğimi tehdit eden ufacık bir olaya bile tahammül edemediğimi, asıl sıkıntının da bundan kaynaklandığını fark ettim. Maddi durumumuzdan tutun da, çocukların ödevlerine, akşam pişirilen yemeğe (çünkü bir gün pişmezse ailecek ölürüz mazallah), izlediğim filmlerden (üzücü olanları kapatınız lütfen), gece yatmadan önce 100 kez tuvalete gitmeme (uykuda çiş gelirse naaparım ya) dek hep kendimi kastığımı, mükemmelliyetçi olmasam da huzurumu, rutinimi bozmaya aşırı direnç gösterdiğimi anladım. İşin ironik tarafı burada asıl; pamuklara sardığım rutinimden sıkıldığım için bunalıma düşmedim mi ben?

Burada yaptıklarımdan bahsetmeyeceğim, gerekmez. Ama duygu durumumdan azıcık konuşabilirim. Çocuklarımla daha da az ilgileniyorum artık, çok bariz bir şekilde. Çünkü çok sıkıldım. Sıkılma hakkımı kullanmaya karar verdim. Buna karar vermek devrim benim için. Yıllar boyunca, el üstünde tutmasam da, elimden geldiğince sorumluluklarını aldım. Sıkılsam da bunalsam da her işlerine koşmaya çalıştım. Şimdi işime gelmeyince rahatlıkla reddediyorum isteklerini, çünkü sıkılıyorum yavrum diye de ekliyorum. Bir takım sonuçları oluyor elbet, ama hepsi de benim yüzümden değil, sonuçta büyüyorlar aynı zamanda. Sonra, dayanamadığım kimselerle görüşmeyi kestim zınk diye. Bunu bilinçli yapmadım fakat. Bir gün geldi, birileri çağırdı beni, ve sanki yıllardır böyleymişim gibi, yıllardır o insanlarla işim olmamış gibi yüzümü buruşturup geri çevirdim. Üstelik nasıl çağırırlar, beni tanımıyor mu bu insanlar allasen diye geçirerek içimden. Sonra, şaraba sardım. Neredeyse her gün bir-iki-beş-yedi kadeh içiyorum. Kafamın çakır keyif olmasına ihtiyacım vardı, emrin olur deyip keyfe dalıyorum. Damak zevkim gelişti, daha ne olsun. Üstelik bu sayede 1-2 kilo da verdim.

Kısacası, içim değişti. O kadar mutluyum ki değişimden ötürü. Bana ne getirir, benden ne götürür bilmiyorum. Fakat, hani yazının başında bahsettiğim öz güven var ya, hiç bir şeymiş aslında. Öz güveni siz şimdi görün, asıl şimdi dünyaları yıkarım. Fazlasıyla pervasızlığa düşmüş, kaybedecek bir şeyleri olmayan insanlar gibi hissediyorum kendimi. Öyle değilim, ama his bu. Ve her "hiç bir şeysiz" insan gibi, korkum da yok. Var elbet, ufak tefek, gereksiz ve beni rahatsız etmeyen korkularım var, ama endişe hali gitti, getir getirebilirsen geri...

Bir kez daha okumadan yayınlıyorum, hadi hayırlısı...