23 Ocak 2009 Cuma


"Şimdi bana söz verin bakiiim, çocuğu karnesini alan sınıftan dışarı çıkacak tamam mı? Çıkmazsanız hepinizi ben çıkarırım ona göre"

"Söz hocam, ne demek"

"İyi o zaman 5 dakika sonra gelin içeri"

"Taam hocam"

Elimde boş bir cam kaseyi taşıyan poşet, bir aşağı bir yukarı koşturup duruyorum. Sinanın sınıfına gidip eğlenceleri bitti mi diye bakıyor, sonra koşar adım Çağlanın sınıfının önüne gelip içeri girmeyi bekleyen velilere soruyorum: Daha girilmiyor mu? Beşinci turumda filan Sinanın hocası acıyor halime ve karne verme seremonisine başlıyor. İlk sırada elbet biz varız. Tüm tören kameraya kaydediliyor, böylece elimdeki bin tane eşyayı yere bırakıp fotoğraf makinesine uzanmama gerek kalmıyor. Alkışlar arasında yukarı, Çağlanın sınıfına doğru giderken anasınıfının Sevda Teyzesi "Senin niye zayıf kaldığın belli, sabahtan beri helak oldun" diyor. Şükür beni anlayan biri var:)

Gitmemizle sınıfa giriş başlıyor. Boru değil, ilkokulun ilk karnesi, bütün ana babalar işi gücü bırakıp gelmişler. Böylece analarını ve çocuklarını bildiğim ailelerin bir de babalarını görme şerefine ulaşıyorum (deli gibi bir merakım da gideriliyor: çocuk daha çok kime benziyor???). Sınıf hınca hınç dolu, benim eller de öyle. Bir yanda bebelerimin montları ve malum cam kaseli poşet, diğer yanda makinemin çantası, bir karanfil (?), Çağlanın okul çantası; kımıldamama imkan yok. Karne verme töreni başlıyor. Hoca aslında kendisine alınan 34 adet karanfili çocuklara iade ediyor, her birine hoş iltifatlar ederek: bu güzel karanfili seni böyle iyi yetiştiren anneciğine verirsin e mi/bu çiçeği tatlı annene ver yavrum/bu karanfili seni kar kış demeden arabasıyla okula bırakan babana veriver canım... Çok hoş dakikalar bence, duygulu da. Bir öğretmen böyle olmalı diyorum içimden; veliden nefret etse de, çocuk kötü yetiştirilse de karne gününün heyecanını ve mutluluğunu bozmamalı. Bu arada karnesini alıp çıkmayanlar var, iğrenç bakışlarla onları süzüyorum. Niye bakıyorsam, herkes benim gibi emir eri değil ki...

Çağla sonlarda nedense. Ama dayanamayıp tahta tarafında dolanmaya başlıyor. Öğretmeni, boşuna dolanma sana karne marne yok kız, diyor. Ben merak ediyorum, bunca edilen iltifattan sonra bize ne diyecek diye. Sonunda 4 öğrenci kalıyor ve Çağlanın ismi duyuluyor. Bu karanfili o güzel anneciğine ver Çağlacım, diyor öğretmen, güzel ve genç annene, hani o hergün sizin için buralarda koşturan anneye, diyor. Amaaaan benim ağız kulaklarda, kapatabilene aşkolsun. Söyledikleri çok da bana özel değil farkındayım, hak edene de etmeyene de gün icabı çok hoş laflar etmesi umrumda değil, ben o sondaki koşturan anne lafına takılmışım. Harbiden lan koşturuyorum demek ki diyorum kendi kendime. Oysa ki bir şekilde okulda olmak bana huzur veriyor. Velilerle sohbet etmeye bayılıyorum, öğretmen benden birşey ister diye gözünün içine bakıyorum. Bu çark beni de yutuyor, çocuğu okula başlamış insanların eninde sonunda geldikleri yerdeyim yani: okula bağlanıyorum.

Çıkışta, bizden önce karne almış ve çıkmış olan bir ana-baba-çocuk üçlüsüyle karşılaştık. Anne, ki okulun ilk günü tanıştığım, çok güzel bir hatun kişidir kendileri, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Yanında baba da olduğundan hayırdır ya diyemedim. Ama dememe gerek yoktu, çünkü onu feci anlıyordum. Sınıfa girmeden önce, hani blogun başındaki söz müüü söööz muhabbetinden önce öğretmen kısa amma duygulu bir konuşma yaptı. Bizi içeri almadan önce öğrencileri ile yalnız kalmak istediğini, onlarla vedalaşacağını söyledi, ilk karnenin değerinden, ne kadar özel olduğundan bahsetti, ve inşallah dedi, üniversite mezuniyetlerini görürüz, hepsi birbirinden güzel çocuklarımın, onların kıymetini bilin, herşeylerine özen gösterin, birlikte hayırlı çocuklar yetiştirelim dedi. Ben üniversite mezuniyeti lafında koptum. Gözler böyle yaşardı, başka taraflara baktım filan. Allahtan imdadıma o meşhur iç sesim yetişti, laaan salak ilk yarı karnesi bu, bunda da ağlanır mı be... Ve fakat çıkışta gördüğüm anneyi de pek bir derinden anladım. Onun iç sesi yoktu, veya vardı da dinlemeyi reddetmişti (pek isabetli bir seçimdi bana göre aslında).

Çağlacım ve Sinancım (gerçi onunki pek bir tırışkadan karne ama) ilk yarıyı kazasız belasız atlattılar. Okuma yazma öğrenildi, hayata ilk ciddi adımlar atıldı Çağla kızım için. Demin ailecek televizyon izliyorduk da, Çağla ekrana gelen her bir kelimeyi noktası virgülüne okurken babası kızdı, ne lan bu duyamıyorum ne dediklerini senin yüzünden diye. Bense aman bey okuyor çocuk işte diyen tipik Türk anası modunda cevap verdim,ağzım kulaklarımda...

22 Ocak 2009 Perşembe

Önceki girdiye istinaden, kısa açıklamalar:

Aşırdığım blogda liste 100'de son buluyordu, ama öyle saçma şıklar vardı ki elemek zorunda kaldım. Koyu renk yazdıklarımla ilgili ise:

13. otostop çektim: üniversite hayatımın otobüsü otostoptu benim bir ara. Dikmende sabahları otobüsler ful dolu olduğundan ev arkadaşlarımla sürekli baş parmağımızı kaldırırdık:)

14. hasta olmadığım halde işten hastalık izni aldım: çalışan birinin iş hayatı boyunca yapmadım diyemeyeceği tek şey bence. akşamdan kalmasınızdır, yorgunsunuzdur ya da güneşli bir günde aylak aylak dolaşmak istemişinizdir.

17. tam güneş/ay tutulmasına şahit oldum: güneş tutulması, hem de iki kez. Birinde malum 99 depreminden önceki tutulma, işyeri binasının yanında ufak bir tepecik vardı, oraya çıkıp izlemiştik Oya ve Muzaffer ile. Diğerine Çağla ve Sinanla bundan bir kaç yıl önce Tunalıda rast gelmiştik. Yurdumun akıllı insanları her köşe başında bir "tutulma gözlüğü" sattığından layığı ile izleyebilmiştik. bir de geçen seneki ay tutulmasını Sinanla izleyebilmiştik, Çağlacık uyuyakalmıştı... Ay elma gibi ısırılmıştı sanki.

24. ayışığında deniz kıyısında yürüdüm: birçok kez. ama en güzeli yıllar önce kuzenim Nicole ile hem yürüyüp hem de bira içtiğimiz bir geceydi.

29. kan verdim: birkaç teşebbüsün yanında sadece bir kez. Tanımadığım, hasta bir kızcağız vardı, metroda benim kan grubumu anons ettiklerinde dayanamadım gittim danışmaya. Beni Demetevlerde bir hastaneye götürdüler, meyve suyumu aldılar, kanı verdikten sonra da kızı gördüm. Umarım bir işe yaramıştır...

31. havyar yedim: babam rusyada çalışıyordu ben üniversitedeyken. yaz tatilinde iki haftalığına gittik ailecek, dans gösterisi de olan bir restoranda havyarın her çeşidini koydular önümüze. sevmiştim ben, daha ne olduğunu bilmiyordum ama...

35. gazetede resmim çıktı: bunu düz bırakacaktım ama Almanyada yeni açılan bir anaokulunun ilk gününü haber eden ve annemin hala sakladığı gazete kupürüne haksızlık olurdu. Başka türlüsünü hayal etmiştiniz di mi???

37. suçiçeği geçirdim: elbette... birinci yaş günümde hem de.

40. bir hayvan besledim: bir değil bir çok. hala beslemekteyim bildiğiniz üzre.

Bu arada sizinkilere de baktım, sizlerin yanında amma az şey yaşamışım ya. Üstelik istediğim fazla bir şey de yok, böyle gelmiş böyle gideceğim anlaşılan...

20 Ocak 2009 Salı

Biraz değiştirerek yabancı bir blogdan aşırdım, aşağıdaki listede yapmış olduklarınızı koyu renge, yapmadığınız ama yapmak istediklerinizi italik yazıyor ve yapmadığınız ve yapmak istemekdiklerinizi normal bırakıyorsunuz:

1. kendi blogunuzu açtınız
2. yıldızlar altında uyudunuz
3. bir müzik grubunda çaldınız
4. bir meteor yağmuruna tanık oldunuz
5. bir hayırda bulunmak için elinizdeki son parayı verdiniz
6. dağa tırmandınız
7. bir peygamber devesi tuttunuz
8. solo yaptınız
9. bungee jumping denediniz
10. gıda zehirlenmesi yaşadınız
11. sebze yetiştirdiniz
12. yastık savaşı yaptınız
13. otostop çektiniz
14. hasta olmadğınız halde işten hastalık izni aldınız
15. çıplak yüzdünüz
16. maraton koştunuz
17. tam güneş/ay tutulmasına şahit oldunuz
18. deniz yolculuğuna çıktınız
19. atalarınızın doğduğu yerleri gezdiniz
20. yabancı birine dilinizi öğrettiniz
21. karaoke yaptınız
22. gayzer patlamasına şahit oldunuz
23. tanımadığınız birine yemek ısmarladınız
24. ay ışığında deniz kıyısında yürüdünüz
25. portrenizi yaptırdınız
26. çamurda oynadınız
27. bir filmde göründünüz
28. nedensiz çiçek aldınız
29. kan verdiniz
30. helikoptere bindiniz
31. havyar yediniz
32.bataklıkta gezindiniz
33. işten kovuldunuz
34. bir kemiğinizi kırdınız
35. gazetede resminiz çıktı
36. kutsal kitabı okudunuz
37. suçiçeği geçirdiniz
38. birinin hayatını kurtardınız
39. ünlü biriyle tanıştınız
40. bir hayvan beslediniz


Böyle işte...

15 Ocak 2009 Perşembe


Mutfaktayım. Pırasa ve bulgur pilavının şahane kokusu yayılıyor penceremden dışarı. Kristal Boncuk, ona attığım küçük bir oyuncakla oynuyor içeride. Radyo Odtü kulaklarımda. Bir de demliğin sesi. Dışarısı soğuk, ama dünkü gibi değil. Dün iliklerime kadar dondum, bıyığım olsaydı buz tutardı. İyi ki bıyıklı değilim. Bugün kot eteğimi ve üzerine turuncu hırkamı giydim. Kendimi iyi hissettiğim günlerden biri. Ocakta çay da demlenmekte. Yaşamak böyle birşey olsa hep. Herkes için. Bir bardak çaya ve bıyıksız olmaya şükretsek. Hayaller...

Çok yakın arkadaşlarımın hayatımın gündelik gidişatını bilmediklerini fark ettim geçen gün. Ben de onlarınkini bilmiyorum. Çok gereksiz olurdu bilmek belki, ama bazen de herşey ayrıntıda. Bir insanı tanımanın kestirme yolu. Çayını kaç şekerli içer, günde ne kadar yürür, kaç tabakta doydum der, hangi gazeteleri okur, gazete okur mu, favori giyim markası nedir, işten eve evden işe neyle gidip gelir, dişini kaç kez fırçalar, şehrinde en sevdiği mekan neresidir, diğer arkadaşları ile ne sıklıkla görüşür, diğer arkadaşları kimdir, necidir, yolda yürürken ne düşünür: sorunlarını mı mutluluklarını mı, evde her akşam çay demler mi, haftada kaç bardak içki tüketir... Sorular çok, cevapların kimini bilsem de çoğundan haberdar değilim. Dediğim gibi, bilmek gereksiz olurdu, ama merak etmek değil.

Bunları dün yolda yürürken düşündüm. Çocukları okuldan almaya gidiyordum. Yüzmenin olmadığı günler öğlen çocukları bıraktıktan sonra araba ile eve dönüyorum. Akşam almaya giderken yürüyorum. Bizim için okuldan dönüş genellikle şenlikli oluyor. O pis trafiğe yakalanmamak için buz gibi havada hızlı hızlı yürüyoruz yokuş aşağı. Çocuklar genelde koşuyor, ve şarkı söylüyorlar. Sinan mutlaka hayali düşmanlarla dövüşüyor. Çağla elimde tutuyorsa bana okulla ilgili bir şey anlatıyor. Tutmuyorsa kardeşine katılıyor. 15 dakika içinde eve varmazsak etobur dinozorun teki bizi görüyor ve yiyor. Bırrr, koşar adım gidiyoruz eve. Genellikle yakalanmıyoruz. Eve varınca ilk iş mutfağa girip yemekleri ısıtıyorum. Kaya gelmemiş oluyor henüz. Yemeğimizi gürültülü bir şekilde yiyoruz, ikisi de aynı anda konuşuyor, okulda dilleri şişmiş gibi. Sofra kalkıyor ve ders defterleri açılıyor. Son bir kaç gündür ödevlerini Çağla hatırlatıyor bana, sıkıldım çünkü bu görevden. Biz ödev yaparken Sinan oyun kartlarını açıyor masaya. Dinozorlu, vahşi hayvanlı veya hulklu. Hangisinin kaç güçte olduğunu söylüyor mütemadiyen. Ödev bitmek bilmiyor, önce okuyor, sonra ben söylüyorum o yazıyor. Yazısı kötüledi, öğretmen uyardı, her kelimeyi sildiriyorum gerekirse. Matematik ödevini kendi yapıyor, sonra gösteriyor ve aferini alıyor. Saat 8.30 - 9 civarı ödevler bitiyor. Bir süre serbest kalıyorlar, deliler gibi oyun oynuyorlar. Hayal dünyalarına hayran kalıyorum. 9.30 civarı mızmızlanmaya başlıyorum. Kitap okumamı istiyorlarsa oyunu bırakıyorlar ve yataklara geçiyoruz. Çağla üçüncü kez Peter Pan'ı okutuyor şu sıralar. Sinan Tübitak'ın kısa bilgi kitaplarını seçiyor, örümcekler/kediler/atlar/geri dönüşüm/denizaltı (denizin altı:) her akşam misafir oluyor bize. Peter Pan'ı ben de çok seviyorum. Okuma faslından sonra başka birer kitap alıp yataklarında uykuya dalmalarına izin veriyorum. Genellikle 10 - 10.30 arası uyuyorlar.

Sonra sessizlik. Evi toparlıyorum bazen. Bazen de internete geçiyorum 15 dakikalığına. Kaya gelmişse televizyona bakıyoruz nadiren. Çünkü benim için yayın 12den sonra başlıyor. Çocukların ertesi günkü beslenmelerine hazırlık yapıyorum. Çamaşır asıyorum kaloriferlere. Yatak odamda ortaya atılmış kıyafetleri topluyorum. Ve gün bitiyor.

Yüzme varsa herşey daha farklı oluyor. Zorluyor her birimizi. Çocuklar yüzerken kitap okuyorum. Ama sonrası biraz dertli. İkisini de o kirli duşlarda yıkamanın, giydirmenin, saçlarını kurutmanın düşüncesi bile yorucu. Ama klorlu suyla kalmalarını istemiyorum. Evdeki şofben de elektrikli, her daim açık tutulmuyor. Eve geliş 8, yemekten sonra ödev yapmaya bile hali kalmayan ana kız ve gözü yarı kapalı oğlan uyuyoruz hemen. Sonra ben kısa kestirmemden uyanıp gecelere akıyorum. Kaya her daim uyanık. 12ye dek fakat. O Külkedisi ben Drakula.

Okul-ev arası yürüyüşlerimde bir ara telefonla müzik dinliyordum. Şaşıyorum seçimime: Nil Karaibrahimgil'den iki şarkı, Aptal mıyım (evet) ve Resmen Aşığım (nein). Telefona nasıl müzik indirilir bilmiyorum, es kaza bu ikisini indirebilmişim. Ama zevkli, ritme ayak uydurmaya çalışırsam gereğinden önce varıyorum okula. Elimdeki kitaba bakıyorum bir iki sayfa. Bu kadar az okuma için elimde taşıdığıma değmiyor genellikle. Çanta almıyorum; kartlar, telefon, anahtarlar, para paltomun cebinde. Sanki okul iki adım ötemde.

Ayrıntıların gereksizliği ve fakat değeri üzerine bir yazıydı. Okudunuz teşekkür ederim. Bu arada, dişimi günde iki kez fırçalıyorum, bu da son noktam olsun...

11 Ocak 2009 Pazar


Son yazıdan beri çok zaman geçmemiş amma sanki aylardır yazmamışım gibi hissediyorum buraya. Aslında genel olarak bilgisayara karşı bir soğuma hissediyorum kendimde, böyle bir süredir fazlasıyla samimi olduğunuz, fakat çok da yakın olmadığınız birine karşı duyulan "yeter bu kadar" hissi gibi bir his... Bilgisayarı ve interneti bir şahıs olarak düşünürsek, ki ben internet kesildiğinde veya bilgisayar donduğunda ettiğim küfürlerden, lenli menli konuşmalarımdan düşündüğümü anladım, çok tehlikeli (tıpkım Gossip Girl'deki Corcina gibi) bir arkadaşla yüz yüze olduğumuzu varsayabiliriz. Sana herşeyini veriyormuş gibi görünen, ve fakat karşılığında o çok değerli zamanını çalan, pis, ketum, saman altında su yürüten bir arkadaş. Fazla samimi olmaya gelmez, gün gelir tak! yarı yolda bırakır insanı bunlar. İşte bu hainliği fark ettiğimden beri bilgisayar ve internete haddini bildirme operasyonuna başladım. Beni hiç bir zaman anlamayacak ve dinlemeyecek olan muhatabıma bunu nasıl yaptım; elimde çeviri olmadığı zamanlar karşısına geçip her zamanki gibi eee hadi beni eğlendirsene demedim, boş vakit bulduğumda hep yaptığım gibi du bir bakayım belkim yarım saat içinde yeni bir mail gelmiştir deyip karşısına kurulmadım, sabahları modern sabahlara eşlik eden hürriyet.com sayfasını açmamakta direttim. Ve fakat bunların yerine bilgisayar ve internetin yaşça büyük kuzenleri olan televizyona haddinden fazla ilgi göstermeye başladım. Hele ki dün akşam, onca yoğun geçen ve kafamın doluluktan patlama noktasına geldiği haftasonunun ardından, tüm işlerimi hallettikten, Çağlanın tüm ödevlerini bitirdikten, çocukları yedirip içirip yatırdıktan, Kayaya çay-kahve hizmetinde bulunduktan sonra, ki gece 12 civarına tekabül ediyordu sanırsam, geçtim tv karşısına, açtım cnbce/tnt ikilisini (bir ona bir öbürüne, benim zap anlayışım iki kanalla sınırlı galiba), bir güzel izledim monkumu filan. Farkındayım, bir hainden diğerine geçiş yapmaktan öte birşey değil benimki, ama televizyon o kadar yıldır hayatımda ki, ona artık tüm falsolarını hoş karşıladığım ama gerçek yüzünü de bildiğim bir dost edasıyla yaklaşıyorum...

Konuyu değiştirmem lazımdır acilen, şimdi tıkanırsa bilgisayar görürüm günümü...

Bizim bir kedimiz var artık. Adı Kristal Boncuk. Bana bakmayın, çocukların seçimi. Boncuk'u anladım da Kristal'i bulmak için bir insanın epey düşünmesi lazım. Çağlanın da öyle uzun uzadıya düşündüğünü sanmam. Belki de çok önceden planladı, kedimiz olunca ona orijinal ve tuhaf bir isim koyayım, yaratıcı görünürüm hem, diye. Fakat çocukların seçimlerine saygı duymayı zor da olsa kabullenmiş biri olarak hiç bir itirazım olmadı isimlere. Boncuk'u Sinan seçti, ama şimdi kediye Canenko gibi bir isimle hitap ediyor. Nedendir, ne olup bitiyordur bilmiyorum, dedim ya seçim/saygı/zorlanma üçgeninde gidip geliyorum... Kedimiz, adı ne olursa olsun, evimize hoş bir hava kattı. Sabahları onun tırmıklarıyla güne merhaba demek, artan yemekleri çöpe atmak yerine mama kabına boşaltmak, eve geldiğimizde ilk iş kedinin saklandığı yeri bulmaca oynamak, elimizde yüzümüzde tırmık ve ısırık izleriyle dolanmak, çocukların kediye tavırlarını izlemek (Çağla 40 yıldır kedi sahibiymiş gibi davranırken, Sinan korkmak ama yine de eksik kalmamak arasında gidip geliyor), Kayayla kedi babası diye dalga geçmek ve anında irileşmiş bir çift gözle muhatap olmak, 4 gündür evde kırılan dökülen eşyaları sayamamak, kedi cinsinin bir evi bu kadar çabuk sahiplenmesine şaşıp kalmak... İyi ki almışız diyeceğim ama daha geleli 4-5 gün oldu, hani aradan bir iki ay geçince anlayacağız hanyayı konyayı. Her şey tamam ortam olarak, şimdi bana bir çift eldiven (Elif Şafak yazarken takıyormuş) bir de dev bir kütüphane lazım (tüm yazarlar onun önünde poz veriyor objektiflere naapiyim), onlar da oldu mu tutmayın beni, zorla yazar olup çıkacağım...

Kazuo İshiguro isimli Japon asıllı İngiliz yazarın bir kitabını bitirdim: Değişen Dünyada Bir Sanatçı. Adamın daha önce bir iki kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Ne Japonlar kadar uzak ne de İngilizler kadar soğuktu. Üstelik ben onu 100 yaşında sanırken hep topu 50lerinde olduğunu öğrendim (gençti yani, ve ben yukarıdaki soğuk/sıcak/uzak/yakın yorumunu adamın yaşlı olduğunu düşünerek yapmış ve takdir etmiştim dedenin dengeli kalemini). Bu kitap hakkında yazabileceğim tek şey var: bi _ok anlamadım. Çok öylesine okunacak bir kitap gibiydi, bilmem ki belki Kızılaya gittiğim bir gün, 1 saatlik boşluğumu doldurmak için kitabı öööylesine aldığım için intikam aldı benden (bu nesneleri kişiselleştirme işinden acilen vazgeçmeliyim, gün gelecek klozetimizin benimle sohbete giriştiğinden filan bahsedeceğim). Şimdi Umutsan'ın verdiği Cortazar öykülerine başladım. Hayatımda ilk kez Cortazar okuyacağım, neyse ki yaşını (ve artık yaşamadığını) biliyorum, öyle olur olmaz kafama göre yorumlarda bulunmayacağım.

Ev avcısı blogumu acayip salladım, farkındayım. Sanırım kafamda oturtmaya çalışıyorum hala. Bu kafaya oturma hikayesi benim her hangi bir işte en zorlandığım kısım. Oturtuyorum, kalkıyor, dur gitme diyorum, daha iyisi gelecek diyor (bi kafamın içi kalmıştı muhatap olmadığım). Daha iyisinin gelmesini beklemek, daha doğrusu anlamak zor oluyor kimi zaman, zira iyi ve kötü kavramları tam gelişmedi bende, ki bu çok farklı ve şimdi hiç girilmemesi gereken bir konu. Yani kısaca, sıra Gülruda ve ben fotoğraf makinemde yeni özellikler keşfettiğim için az daha bekleyeyim diyorum. Ya da beklemeden başlayayım, ne çıkarsa bahtımıza..

Çocukları alma vakti, ben gidenzi, yerime daha iyisi gelir mi bilmem.