26 Haziran 2008 Perşembe

Japonyada Kucuk Olmak

Hayat ikilemlerle, tutarsızlıklarla dolu değil mi?

Her yer kafasını, beynini kapatanla doldu kardeşim, nasıl geldiler bunlar böyle başımıza dersin, sonra gider Ülkerin yoğurdunu, sütünü, çikolatasını alırsın farkına bile varmadan. Çok mu abartı oldu? Peki şöyle diyelim: Sağlığıma çok düşkünümdür, sigarayla içkiyle hiç işim olmaz dersin, evinde Ankarayı bir yıl paklayacak çamaşır suyun eksik olmaz. Bu da mı olmadı? Ama dünyanın doğal dengesi önemlidir değil mi senin için? Mevsimler değişsin, çok soğuk çok sıcak olsun, kutup ayıları ölsün istemezsin herhalde? Peki ahaliyle birlikte otobüste olman gerekirken tek başına o arabada işin ne?

Bunlar elbette ki uç örnekler, aklıma başkaları gelmedi şu saatte. Hayatımızda kimbilir bunlar gibi büyüklü küçüklü ne tutarsızlıklar yaşıyoruz. Ama es geçiyoruz, geçmemiz gerekiyor, yoksa zatn kısa olan yaşamımız hep bir hesaplama ile geçer. Bazen mış gibi yapmak da gayet makuldur.

Benim tutarsızlık konusunda sonsuz bir listem vardır. Tüm ömrüm bir tutarsızlıklar toplamı diye düşünürüm bazen. Neyi ne için yaptığım, ne için yapmadığım hiç belli değildir. En makul açıklama, o an öyle denk gelmiştir ve yapmışımdır. Gün gelir o listeye göz atmak isterseniz, Japonca, Japonya ve Japonları en üst sırada göreceğinizi şimdiden söyleyebilirim.

Durum yıllardır şu şekilde, ve Allahtan hiç değişmedi: Japoncayı ve Japonyayı, ve hatta Japon kültürünü çok sevdim, ama Japonlarla hiç bir bağım olamadı. Bunu bir an için düşünmenizi isterim: sevdiğim şeyleri, hiç sevemediğim başka bir şey meydana getirmiş, öyle ki o sevilmeyen olmasaydı bana çok güzel anlar yaşatan diğerleri de olmayacaktı...

Bunun içinden çıkmam imkansız, zaten ben de işin ucunu bıraktım, böyle kabul ediyorum kendimi. Sadece insanlara anlatırken dank ediyor kafama olayın saçmalığı. Japonları sevip sevmemek değil, onlarla hiç bir bağ kuramamam asıl sorun. Rehber bir arkadaşım nefret ediyor mesela onlardan, ya da bir diğeri çok şirin buluyor. Ama ben onları tanımıyorum, neye gülerler, neye özenirler, beni tanısalar severler mi, hiç hiç bir şey bilmiyorum. Okuldan mezun olduğumda da bu böyleydi, şimdi de böyle.

(Tutarsızlık konusu bundan sonra açılmayacak söz, çünkü aklıma geleni yazacağım şimdi)

Bu haldeki bir insan günün birinde taa oralara gitse, Japonyadaki ilk gününde neler yaşar sizce? Korku duyar mı? Veya şaşkınlık? Özler mi yerini yurdunu hemencecik?

Ben ilk günümde kendimi sokaklara verdim. Ufak bir üniversite şehrinde ne kadar sokak, cadde varsa yürüdüm durdum. Yolların temizliğine, evlerin güzelliğine, kiraz çiçekli ağaçlara, sakin huzurlu yürüyüp giden Japonlara hayran kala kala saatlerce gezindim. Öyle ki sonunda yolumu kaybettim. Kaybolduğumu kendime bile çaktırmamak için, sanki bu yüzden o kadar yol tepmişim gibi bir kitapçıya girdim. Oysa ki yapacağım son şeydi kitaplara bakmak o anda. Kitapçı üniversiteli bir sürü gençle doluydu, hepsi de ellerindeki kitapları ayakta okuyaduruyorlardı. Orta yaşlı bir Japon yanaştı hemen, nasıl oldu bilmiyorum ama kaybolduğumu anladı gözümden. Sizi bırakayım dedi. Olur dedim, sanki adres cebimde de... Oysa ki kaybolduğum için sonsuz bir korku içindeydim, beni evinde ağırlayacak arkadaşım henüz Japonyada değildi, arayıp doğru yolu öğreneceğim kimse de yoktu... Yine de bindim arabasına Japon amcanın. Bir süre gezdirdi beni, burası üniversite, burası park, aha burası da alışveriş merkezi diye diye. Sonra yağmur yağmaya başladı. Ev adresini söyleyin bırakayım sizi, yağmurda ıslanmayın dedi. Olmaz dedim, ben yağmuru severim (bak bak, yağmur yağdı mı saklanacak delik arayan sen değilsin sanki). Bana kartını verdi sonra, ararsınız bir gün dedi. Tabi dedim, siz bekleyin yeter. Güç bela ikna edip indim arabadan, adam bana bagajından bir şemsiye çıkarıp verdi. Ve arkamdan uzun süre baktı, o baktığı için ben bulduğum yönde tereddüt etmeden ilerledim koşar adım. Anlamasın diye yolu bilmediğimi. Ne kadar korktuğumu dün gibi hatırlıyorum ama...

O gün tamamen tesadüf eseri bulabildim evi. Sevindim başıma bir şey gelmedi diye. 26 yaşındaydım, Japonca biliyordum ve üniversite bitirmiştim. Kendimce büyük biriydim, olgunlaşmıştım, dünya gelse karşıma elimin tersiyle alt ederdim. Ama Japonyada... Japonya ne kadar küçük olduğumu yüzüme vurdu daha ilk günümde. Ve 30 gün sonra geldiğim gibi gittim o güzel diyardan. Orada tutunup küçüklüğünü yenenlere hayranlık duyarak.

24 Haziran 2008 Salı

Benden İçeri

İnsan kendini nasıl görüyorsa öyledir.

Ben kendimi çok severim. Taa yeni yeni ergenleşmeye başladığım ve yüzümde sivilcelerin parti verdiği ilk okul çağlarımda bile aynaya bakar bakar neden kimsenin beni beğenmediğini merak ederdim. Yani böyle bir güzellik nasıl olur da insanların gözünden kaçardı? Vay kör ahali sizii... Orta okulda da bu aynaya bakıp iç geçirmelerim devam etti. O yıllar daha bir fenaydı benim için. Adana gibi nisbeten daha sevecen bir kentten İstanbul'a taşınmış, bununla kalmayıp bin bir türlü ünlünün bin bir türlü şımarık çocuğunun okuduğu özel bi okula başlamıştım. Taktığım ve insanların bir türlü unutamadığı kocaman pembe gözlüklerim, yüzümdeki sivilceleri bir nebze olsun kapatıyordu kapatmasına ama, ne saçım saçtı onlara göre ne de ayağımdaki sahte Reeboklar ayakkabıydı... Orta okul yıllarım hayatımın en kompleksli en feci yıllarıydı. Buna karşın ben o aynadan hiç vazgeçmedim. Aynadaki aksimi, saçlarımı, gözlerimi, gülüşümü, her şeyimi her şeyimi o kadar sevdim ki gizli gizli. Varsın o şımarıklar benimle alay etsindi, günün birinde anlaşılacaktı ya gerçek halim, beklerdim ne olacak...

Lisenin son iki senesi düz bir okula geçiş yaptığımda yavaş yavaş hayallerim gerçek olmaya başladı. Özel okuldan gelme, İngilizcesi düz liseye göre tavan yapmış olan bendenizi pek bir beğendiler zamanında Haydarpaşa Lisesinde. Sevindim, ama bekliyordum böyle bir şey:P Bir zaman bunun sefasını sürdükten sonra, her şeyin güzellik veya ilgi olmadığını anladım. İstediğim bu değildi hem, yanılmıştım. İnsanın hayatta ne istediği, ne beklediği ile ilgili en ufak bir fikrinin bile olamayacağı o ergenlik yıllarında en azından ne istemediğimi belirleyebilmiştim. Beğenilmeye evet, ama bunun için özel bir şeyler yapmak mı, kalsındı... İçi boş bir rocker özentiliği başladı böylece. Müzik umrumda değildi, ben salaş kıyafetlere, takıl bana hayatını yaşa olayına kapılmıştım. Saçlar darmadağın, giysiler ikinci el ve salaş, bol bol gezindim Kadıköy Akman Pasajı civarında.

Üniversite başladığında tam da o haldeydim. Kendime o pejmurdeliği çok yakıştırıyordum. Hayatım da uzun süre aynı pespayelikle, aynı düzensizlikle geçti haliyle. Derslere çalış ama inek olma, giyin ama sadece örtünmek için, yemek ye ama ölmemek adına... Tüm bunlar olurken bu arada, ben hala kendimi öyle güzel öyle güzel bulurdum ki, ikinci sınıfta saçlarıma erkek tıraşı yaptıracak kadar güveniyordum halime. Tabi ki de hiç ama hiç yakışmadı, yani ben bile oha dedim, bunu da yapmış olamam.

Üçüncü sınıf tatilinde bir şeyler oldu yine bana. Sıkıldım o sadelikten, erkek fatmalıktan. Makyaj yapmak, parfüm sürmek, güzel dar kotlar giymek istedim. Bir gün ev arkadaşlarım bir olup hayatımın ilk makyajını yaptılar bana. Aman da aman başım bir göğe erdi sormayın. Meğer beğenilmek yıllarca içimde bir ukde kalmış bir ukde kalmış, aynadaki benle gerçek hayattaki benin çatışmasından bir sıkılmışım sormayın. Ağır makyajlar yapmaya başladım, topuklu ayakkabılar, askılı bluzlar filan... Annem havalarda tabi, çünkü İstanbula son gidişimde, 3 yıl giymekten popo kısmı erimiş kadife pantolonumu benden habersiz çöpe attı diye kıyametleri koparmıştım. Bana böyle teyze işi gömlekler, etekler filan almaya başladı. Ben elbette ki güzel olmak isteyip ne şekilde güzel olunacağını bilmediğimden, pejmurde olmayan her şey hoştur diyerek, bana mütemadiyen 40 yaş ve üzeri giysiler alan anneme uydum ve ortaya ne olduğu anlaşılmayan, altında topuklu ayakkabı üstünde döpiyes gezinen bir tip oldum çıktım. Hani kişi köyden gelir, şehire uyum sağlamaya çalışır, ama ne köy olur ne kasaba ya, işte aynen öyle bir kafa ile gezindim durdum bir süre...

Nereden geldim bu konuya? Haa, yani demek istediğim şey, ben kendimi sanırsam 30larımdan sonra bulmaya başladım. Sadece dış görünüş de değil bahsettiğim, karakter, hareket, işve, eda, naz:) Eskisi de fena değildi ama, bulduğum şeyi çok ama çok sevdim. Belki de insanın kendini bu kadar sevmesi iyi bir şey değildir. Belkisi yok, değildir işte. Bunun orta bir yolu olmalıdır, yoksa dışarıdan görünen gerçek sen ile içinde yaşattığın sen arasındaki uçuruma düştüğünle kalırsın. Ve dersin günün birinde, yav ben hani göklerdeydim, bu karanlık niye?

İnsan kendini nasıl görüyorsa öyle olmalıdır aslında...

23 Haziran 2008 Pazartesi

Uzun, çook uzun bir aradan sonra tekrar merhaba sevgili okuyucular! Bu süre içinde neler yaşadım neler, nereleri gezdim nereleri, nasıl güldüm nasıl bilemezsiniz sayın okuyucular. Bir şehir, iki sınav, 25 semt, iki uçak yolculuğu, binbir adet rüya, sayısız hem de ne sayısız çay geçti başımdan. Hepsini bile isteye, seve seve yaptım. İkinci sınavımdaki esnemeler ve kendini Bayan Rottenmayer sanan sınav sorumlusu dışında gayet de iyi vakit geçirdim (neyse bakın dil sınavımın kötü geçmesinin müsebbinini de buluverdim arada).

Öncelikle çocuklarımın doğuştan "uçaktan korkmayan" cinsten oldukları ile başlayayım lafıma. Kızılderili memleketinde olması gerekirken Anadolunun rotasına konuluveren Esenboğa havalanında beklediğimiz 2 saat boyunca her 3 dakikada bir "bizim uçak nerede, ne zaman gelecek, biz geldik o neden gelmiyor" tarzı sorulara maruz kalmak bile bendeniz ödlek tavuğun içindeki uçma korkusunu gideremedi belirteyim. Hatta uçağa binip kalkış iznini beklememiz, havalanacağımız piste yavaş yavaş gitmemiz ve hosteslerin anons eşliğinde aerobik yapmaları sırasında heyecanımın tavan yaptığını, havalanma sırasında "durdurun uçağı inecek vaar" dememek için kendimi zor tuttuğumu, çocuklar kahkahalar atarken içimden bildiğim tek duayı sonsuz kez tekrarladığımı da eklemeliyim. 9 yıl sonra uçağa binmem bana tek bir şey kazandırdı diyebilirim: bunca yıl içimde sakladığım fobimi gün yüzüne çıkarabildim. Mutluyum gururluyum, ama her hangi bir şeye karşı fobik bir duygu beslenmesine de oldum olası kılım. Bu ikilemden çıkarsam eğer, sizi haberdar ederim.

İzmir, annemlerin memleketi. Doğma büyüme oralılar. Önce Bayraklı, sonra Karşıyaka vapur iskelesi civarı... Çocukluğumun bütün yazları İzmir tatili ile geçerdi. Adanada oturduğumuz yer (Botaş) başlı başına bir tatil yöresi kıvamında olduğundan, bizim için tatilin anlamı hep denize girilmeyi bırakın, sıcaktan evden bile çıkılmayan İzmir olmuştur. Karşıyakada, barlar sokağında bir apartmanın en üst katında mukim anneanneme gitmekten fena halde zevk alırdım. Komşu oğlu apartman çocuklarının ilk örneklerinden Volkanla birbirimize balkondan balkona fındık fıstık atmak suretiyle iyi anlaşırdık. Teyzelerim, kuzenlerim, anneannemin Libya göçmeni can dostu Emine abla, cici annem Neval teyze, ailenin 6. kızı sayılan Jale abla, hepsi hepsi çocukluğumun en huzur verici kahramalarıydı. Çünkü hayat onlar için her zaman laylaylom geçmese dahi, ve hatta çoğunlukla problemlerin arasında kaybolmuş olsalar da, benim anneanne evinde her daim hatırladığım tek şey kahkahaydı. İzmir demek neşe demek, gülmek demek, hayatla dalga geçmek demekti.

Bu gidişimde, yıllardan sonra ilk kez İzmiri tek başıma gezme fırsatım oldu. Anne, baba, çocuk, arkadaş olmaksızın demek istiyorum. Çok güzel bir deneyimdi. Hem kısmen bekarlığımı yaşadım, hem de uzun zamandır yapmam gerektiği gibi bastığım yerlerde geçmişimden izler aradım. Saat meydanında (öyle mi diyorlar ki oraya?) 2 yaşında anneannemin elini tutmuş kuşlara yem verirken bir fotomuz var mesela. Ya da Kemer altına her gidişimizde çay içmeden dönmediğimiz bir avlu (bulana kadar canım çıktı çünkü adını bilmiyordum, hani çaycılar var, ağaç var, kuşlar filan da var, her gelen oturup çay içip dinlenir, güzel bir yer diye tarif edince kimse bir şey anlamıyor:)). Karşıyakada gezinirken, annemlerin bizi habire faytona bindirdiğini hatırladım. O zamanlar ucuz muydu da bindiriyorlardı, yoksa annemlerin bizden habersiz bir hazineleri mi vardı bilmiyorum ama mütemadiyen fayton gezisine çıktığımızı anımsadım. Annemlerin düğünlerinin yapıldığı yer, Karşıyaka çarşısı, Alsancak sahili, hepsi oldukça değişmiş açıkçası. Fakat değişmeyen tek şey var, ki kötü de olsa sanırım çok alıştım ve istemem değişsin, İzmiri saran o lağım kokusu... Taa 6-7 yaşlarındaydım teyzem "seneye geldiğinizde kalmayacakmış bu koku merak etme" demişti. Hehe, yorum sizin...

İzmir muhabbetini uzatmışım gibi geliyor, aslında daha başka şeyler de yaptım şu hayatta ben. Mesela üniversite sınavına girdim, yaşıma ve göz kenarı kırışıklıklarıma bakmaksızın. İlk sınavım bence başarılı idi, çünkü ne türkçeye ne de sosyale (aslında genel olarak hiç ama hiç bir şeye) çalışmaksızın girmeme rağmen tahminimin üstünde doğru yaptım. E güzel, aferin bana. Öyle emin oldum ki kendimden, heh heeeyt şimdi bir de dilde göreyim koçum seni, dereceye gir de başın göğe ersin diye diye King Kong gibi göğsüme vura vura girdiğim dil sınavında fena çuvallayarak başım önümde, sinirden ne yaptığını bilmez halde çıktım. Yani anne baba gibi bir hesap soranım olsaymış yanmıştım vallahi. Yahu Özlemcim, sen "ne iş yaparsın şeker" sorularına neden çevirmenim diyorsun? Bunca çeviriye, bunca ofis işine, cnbc-e'ye, zarta zurta rağmen, nasıl oluyor da 15 yıl önce girdiğin sınavdan daha düşük net çıkarabiliyorsun? Deli misin? Hiç bir şey anlamadım. Üstelik gelen geçen herkes, beni çileden çıkartacak şekilde soruların kolay olduğunu söylüyor. Hem kendimden öyle de eminim ki, bugün soruların cevaplarına bakarken gazetenin yanlış cevap verdiğini düşünürken buldum bir ara kendimi. Soyadım her şeyi açıklıyor aslında: bazen uzaydan gelmişim gibi hissediyorum...

Bu arada, İzmir hakkaten de geçmişimde güzelmiş. İnsanlarını sevmedim, sevemedim... Öğrenciyken İzmirli bir ev arkadaşım olmuştu. Her zaman bana biraz tuhaf gelirdi, çok rahat, vurdumduymaz, duygusuz. Ama ona has sanırdım bu özellikleri. İzmirde tek başıma gezinir ve ona buna yol sorarken birden geldi aklıma, insan yetiştiği topraktan istese de kopamıyor, Ankaraya da gitse, Antartikaya da, İzmirlilik hep baki sanırım...

2 Haziran 2008 Pazartesi

Gidiyoruz, geleceğiz


Gece bir şekilde Sinanın yatağında yatmam gerekti. Bu "bir şekilde"yi şöyle açıklamalıyım: Her akşam başka başka şekillerde ne oluyorsa oluyor ve ben ne kadar niyetlensem de kendi yatağıma ulaşamıyorum. Ya üstü dolu oluyor, ya çocuklar çoktan kapmış oluyor, ya da Kaya ile tv karşısında uyuyakalıyoruz. Ve ben her sabah "bura nere, ben nerdeyim bea?" diyerek başlıyorum yeni güne... Evin salonu, holü, bilimum yerlerinde uyumuşluğum olmasına karşın Sinanchanın yatağında ilk yatışımı dün gerçekleştirdim. Ve oğluşumun neden emekli amcalar gibi sabahın 6'sında uyanıp kaplumbağasına yem verdiğini, buzdolabından muz alıp yediğini, oyuncaklarıyla biraz oynadıktan ve faaliyet kitabı karıştırdıktan sonra canı sıkılmış halde beni uyandırdığını anladım: güneş yemiyor içmiyor sabah ilk ışınları için Sinanın yatağını hedef alıyor. Hiç kaçarı yok, gözünü açmamakta dirensen vücudunu ter basıyor, rüyanda Lost adasında öğlen 12'de güneşlendiğini görürken aslında Ankaranın ünsüz güneşi sana kalk len artık diyor... Eh eşek değil, koskoca harlı güneş bu, kızdırmaya gelmez, soğutayım desen espri kaldırmaz, kalkıyor oğluşum da tüm neşesi ve konuşkanlığı ile...

Yarın İzmire gidiyoruz. Beni aldı bir telaş, ev dandini: düzelt, dişin dolgusu düştü: Samii kurtar, bavul yatak odasında yarı açık yatıyor: güneeeş onu da kaldır, Sinanın doğumgünü kutlanacak: kağıt tabak bul, balon edin, fön çektir, giyecek başka bir elbise bul...

Bizimkiler çok uzun süredir uçak denilen kocaman çelik kuşa binmeye can atıyordu. Nasıl uçabilir, kaç hızda gider, kim sürer hem, bulutlarla çarpışmaz mı, kuşlarla yarışınca kim kazanır, tüm bunları öğrendiler, dahası çok alakasız ama kitabın birinde metal eşyaların bazı parçalarının geri dönüşümlerde uçak yapımında kullanıldığı yazıyordu, ben bu ergin halimle çocuk aklıyla yarışamadığımdan bunu okur okumaz unutmuştum ama onlar gak desem hatırladıkları için hangi metal eşyanın uçağın hangi bölümünde kullanıldığı gibi tuhaf soruları bile sordular. Kimi zaman ana babalar bilmeseler bile biliyormuş gibi yapmalı ve şunun gibi yaratıcı cevaplar vermeliler bence: uçağın kanadının ucunda küçücük bir bölüm var, daha iyi uçmasını ve dengede durmasını sağlar, onda kullanılıyor olmalı. Nasıl? eriterek ve tekrar dondurarak. Nerede? geri dönüşüm merkezlerinde eritilir, uçak yapım fabrikalarında soğutulur (çok saçma oldu ama idare etsin). Fabrika nedir? birşeyler üretilen kocaman yer. Mesela çiçek gibi mi? Hayır çiçekler doğada olur. Anne doğa tam olarak nedir? Doğa, doğa.... doğa çevremizdeki çiçekler böcekler ve ağaçlardır (Allahım çok utandım bu cevabı verirken). Bi de arabalardır di mi? Hayır arabaları insanlar üretir. Çiçekleri kim üretir? Çiçekler doğada vardır, bazen de onları özel olarak üreten insalar vardır (cevaplar gitgide saçmalıyor). Onlara ne denir? Galiba çiçekçi, seracı filan denir (karar ver kardeş sen de). İyi, ben büyünce çiçekçi olacağım (Oh bee aman ol, ister marangoz ol, yeter ki bitsin şu sorgu)... Sorular öyle ani geliyor ki, sınıfta birden sözlü yapmaya karar veren öğretmenin ilk kurbanı gibi hissediyor insan kendini, bildiğini de unutuyor. Ayrıca hiç bir hoca, uçak konusundan girip çiçekçilikten çıkacak denli insafsız olamaz herhalde...

Çağlacım 6 yaşına girdi vallahi de. Hiç öyle zaman çabuk geçiyor geyiklerine giremeyeceğim, ayrıca hiç bir şeyin çabuk geçtiği de yok. Ama büyüdüklerini görmek bende acayip bir mutluluk yaratıyor. Hem sanırım artık alıştım anneliğe:)

Canım güzel kızımın gözleri hep şimdiki gibi parlasın istiyorum, karşısına her ne çıkarsa çıksın hep mutlu ve huzurlu olsun...