29 Nisan 2008 Salı


Kendime 1 saat kadar mola verdim. 15 dakikasını evin temizliğine, 5 dakikasını facebook fotolarına bakmaya ayırdıktan sonra, dur dedim hadi bi de blog yazayım... Elimdeki çeviri bittikten sonra yapacağım işleri düşünüyorum gece yatarken. Hani çocukları olduktan sonra insanlar der ya, biz daha önce ne yapıyormuşuz diye (ki hiç ama hiç anlamam bu lafı), ben de bu çeviri işi gelmeden önce vaktimi nasıl geçiriyormuşum hakkaten unutmuşum. Muhtemelen gayet boş ama boşluğu kadar eğlenceli faaliyetler buluyormuşum kendime. Düşünsenize, kitap okumak, film izlemek, nette acayip acayip sayfalara girip kaybolmak, çocuklarımla şöyle doyasıya vakit geçirmek kaç aydır bana tukaka. En çok da böyle amaçsız bir halde kanepeye gömülüp bir elimde dergi, diğerinde uzaktan kumanda saatler geçirmeyi özledim. Ki bu dediğim şeyi önceden de yapmazdım. Ama insanoğlu işte, hayatında yapmadığımız şeyleri bile özler hale gelebiliyoruz...


Neyse ki Deniz ile görüşebildim. Ne diyorsunuz, akşamdan kalma halimizle, o meşhur kokusu taze taze tüten hayvanat bahçesine bile gidebildik. Yalnız ben hayvanları pek göremedim, tek yapabildiğim burnumu kapatıp koşmaktı. Ziyaretçi sirkülasyonu için şahane bir yöntem geliştirmişler: sal kokuyu kaçır adamı.


Ben bu evi çok seviyorum bakmayın siz. Şu ev arama döneminde hiç düşünmemeye çalıştım evi boşaltma işini. Hem evi, hem de yan apartmandaki manyak doktor dahil tüm komşularımızı, arkadaki bakımsız parkımsı yeri, daha yorulmaya vakit bulamadan Tunalı'ya, Kızılaya varışları, ön caddenin sakinliğini, yukarı komşudan şu anda bile gelen elektrikli süpürge sesini, ince uzun gereksiz balkonuma astığım çamaşırların mutlak surette yağmur yemesini, alt komşumuzun kızı Dilhanın evimizin iki buçukuncu evladı olmasını, Dilhanın annesiyle karşılıklı ilaç alışverişlerimizi, evime gelen arkadaşlarımı mutfaktaki yer sofrasından ağırlamayı, gece mütemadiyen tv karşısında uyuyakalan Kayanın o halini, ve hatta son nefesini vermekte olan 2 senelik bilgisayarımın konumunu dahi seviyorum, seviyoruum laaayn...


Tek sevmediğim, yatak odalarımızın bitişik olduğu yan komşumuzun gecenin bir yarısı açtığı televizyon. Sanırsınız ki sağır, oysa ki bu apartmanda sağır olmayan 2-3 kişiden biri, yeni evli bir hemşire kendileri. Ben eskiden çok güzel duvara vururdum böyle durumlarda, hatta yöntem geliştirmiştim, kalorifere anahtar veya benzer metal eşya ile vurmak. Gürültü anında kesilirdi... Ama şimdi ayıpmış gibi geliyor, yani bir türlü cesaret edemiyorum, sevmiyorum daha doğrusu. Gidip kapılarını çalmak, veya gördüğümde söylemek de bana göre değil. Hehe, azıcık salağım sanırsam:) Ama o kadar da değil a, bende de bir iki alternatif yöntem var hala; onlar akşam açıyorsa televizyonu, ben de sabahın köründe dayıyorum radyodan Modern Sabahları, artık hoşlarına gidiyor mudur bilemem ama duvarların ne kadar ince olduğunu eminim anlamışlardır. Başarılı şekilde "kaş yapayım derken göz çıkartılır"...


Kayanın bir yerden parası gelecek az bir miktar, o gelirse artık benim de dijital bir foto makinem olacak. Yihhhuuu, böylece çoktandır kafamda olan sevimli bir proceyi eyleme geçirebileceğim: önce arkadaşlarımın, sonra da onun bunun evini çekmek ve dekorasyon dergisi kıvamında bi blog hazırlamak. Ahh ah, işte böyle boş ve boşluğu kadar eğlenceli işlerden bahsediyordum yazının başında...


Bu arada, çocuklara bazalı yatak aldık. Yarabbim benim evim bunu bekliyormuş sanki. Yatak gelmeden önce Dilhanın "noolur Özlem abla bırak ben temizleyim bu evi, dayanamıyorum artık" sızlanmalarına mahal verecek denli pis ve dağınık olan evim, bir anda çocuksuz, titiz bir hanımın evine dönüşme yoluna saptı. Şimdi çocuk odasına bakıp bakıp gülümsüyorum;


Çünkü sorun bende değilmiş, sorun bazasızlıktaymış:))

17 Nisan 2008 Perşembe

Son durumu bildiriyorum:
- Buraya yazmayalı önce Elvankente sonra da Eryamana taşınmaya karar verdik, ve fakat ev ararken ufak bir trafik kazası geçirdik. Ve ev sahibimizin kirayı artımama teklifini kabul ederek en sonunda "oturalım oturduğumuz yerde" kıvamına geldik, hadi hayırlısı...

- 9 yıldır görmediğim Denizle buluştum. Üstelik son görüşmemizin yıldönümünde... Ülkeler, medeni haller, meslekler değişti ama bugün Ayşenin de dediği gibi "sanki daha geçen hafta görüşmüşüz gibi" idi herşey...

- Ardı ardına İngilizce Japonca çeviriler geldi, birine başlarken diğerinin haberi ile afalladım, "teker teker gelin laayn" diyesim geldi. Demedim.

- "How I Met Your Mother" hastası oldum, ilaç istemem, iğne istemem, gölge etmenizi hele hiç istemem. Doktorumla yan yana izliyoruz zaten hastalığın seyrini.

- Pazar günü bir köy evine gittik mangala. Ev sahibi altı ayda bir bizimle girip bizimle çıkıyor eve. Yıllık et tüketimimizi sarf edip, litrelerce çay/kola içmek suretiyle patlama noktasına geldik gün sonunda. Ev sahibi şişkin göbeklerimize, kapanan göz kapaklarımıza ve toplam çocuk sayımıza bakarak mangal olayını yılda bire çıkardı bence.

- Annemler daimi oturma müsadelerini almak için Almanyaya gitti. Bu onların ne ilk ne de son yolculuğu şu son iki üç haftadır. Şimdi saymaya bile üşendiğim kez İstanbul-Mudanya-İzmir-Kuşadası-Bulgaristan-Almanya yaptılar, ve bugün ufak bir itirafta bulundular: yorulmuşlar:)

- İstanbula gidesim var, özellikle Ümraniye tarafına. Ne bileyim, çok seviyorum ben o taraflarını, daha bir farklı geliyor. Ne? Ne dediniz, İkea mı var? Aaaa İkea Ümraniyede miydi....

- Gönüllü aptallıkla ilgili bir blog yazasım var ne zamandır. Ne zaman ne hal var ama ne zamandır. Gönlüm var, aptallığım da, ve fakat zaman demek ne demek...

- Ay bu kadar bu gecelik. Daha uzun geceliklerimiz de gelecek haftaya, bekleyiniz...

7 Nisan 2008 Pazartesi

Dertliyim Ruhuma Hicran

Mola verdim çeviriye... Gerçi şu günlerde mola arası çeviri yapıyorum farkındayım ama zaten yine şu sıralar genel olarak hayatıma ara vermişim gibi hissediyorum. Yaşamımın neresine bakarsanız bakın her şeyim beklemede. Çocukların seneye gideceği okul, taşınacağımız yeni muhit, ev işleri, ütü, kırılan küpem, okunacak kitaplar, pazar gazeteleri, tırnak bakımı, çayı azaltma girişmlerim, alınacak ıvır zıvır, hepsi hepsi sakince, ses etmeden beni bekliyor. Ve, her işi baştan yapıp sonrasında keyif çatmayı seven ben bu durumu hiç sevmiyorum. Siz bakmayın benim tambelim tembelim dememe, en sevdiğim olay kafamda yapmayı düşündüğüm ne varsa onu bir an önce bitirip o gönül rahatlığı ile koltuğa gömülerek televizyon izlemek. Ama bir kaç aydır ne gönlüm rahat ne de popom. Çünkü yapılması gereken, ve sanırım beni aşan bir sürü iş var. Mesela geçende bir hamle yapıp çocukları okulu için Selma ile Eryaman-Elvankent taraflarına ışınlandım. Selma bir sınıf öğretmeni, yani okuldan da anlar veliden de. Ben ise, bırakın öğretmen seçimini filan, okul önünde bekleyen velilere kendi adıma soru soramayacak denli pasif bir kişiliğim. Sen kendinmişsin gibi konuş Selma ben şimdi ne diyeceğimi bilemem, bile dedim. Selma da kendi çocuğu okula başlayacak bir veli rolüne bürünüp takır takır sordu gerekli soruları. Hangi öğretmen iyidir, hangi okulun hangi sınıfında kaç kişi vardır, okul çevresindeki evler kaç paradır, okula devam eden öğrencilerin ana babaları ne iş yapar, hepsini sordu durdu. Ben de hımm, evet, yaaa, ehe, gibi anlamsız seslerle katkıda bulundum ona. Yani kendi hayatımı ele alamayacak denli etkisizdim anlayacağınız...

Sonra bu konuyu düşündüm giriş gelişme sonuç üçlüsüne takılarak. Kendimi çoğunlukla güçlü bir kişilik olarak görmek isterim, görürüm, göreceğimdir de. Fakat gerçek nedir, işte bunu bilemiyorum. Lan senin çocukların işte, Selma olmasa resmen körlemesine bir okula vermeyi göze alacak denli de çekiniyorsun her birşeyden. Hani utangaçlığın da bir sınırı olmalı di mi? Ama yok, ölürüm de konuşamam tripleri, ben şansa inanırım kandırmacaları, hem çocuğun içinde olmalı saçmalıkları... Sırf bu da değil hem, düşündükçe aslında ömrümün çoğunu bu şekilde, sormayayım sormasınlar, ilişmeyeyim höt demesinler şeklinde geçirdiğimi fark ettim. Ben hala İngilizce ve Japonca konuşamam, okurum ederim, anlarım ama konuşamam. Ya da 5 kişiden fazla ise karşımdakiler, konuşmayayım, yer bi güzel açılsın ben içine gireyim, ya da gelsin Copperfield yok etsin beni sihirli elleriyle, diye düşünürüm. Ortaokulda bir kez nöbetçi olmuştum, hoca da beni başka bir sınıftan sınıf defterini almaya yollamıştı. O başka sınıfta platonik platonik hoşlandığım çocuk da vardı, ki olmasa da hiç fark etmezdi eminim. Bir kere uzunca bir süre sınıfın kapısını çalıp çalmama konusunda beklediğimi hatırlıyorum, nöbetçi öğretmen beni uyarana dek yani. Kapıyı çalışım, hocanın girin demesi, benim kapıyı açıp eşikte durmam, hocanın buyur kızım demesi, benim hala sessizce eşikte durmam, hocanın hafif bir kızgınlık ile ne istiyorsun diye sorması, benim defter demem, hocanın ne defteri demesi, benim gözler faltaşı ağız mühürlü durmam, hocanın kızım ne defteri ne istiyorsun diye bu kez öfkeyle bağırması, benim defter.... hocam... defter demem, hocanın söylesene be kızım ne defteri, defter mi unuttun nedir ya demesi, ve benim gözümden yaş gelmesi, sınıf..... sınıf.... defter demem ve koşa koşa sınıf defterini kapıp oradan uzaklaşmam, aradan geçen 20 yıla karşın dün gibi aklımda. Ve işin kötüsü, bugün aynı şey başıma gelse daha farklı bir davranış sergileyemem gibi geliyor. Çok kızıyorum kendime bu yüzden. Ne yol yordam bilirim ne halden anlarım... Bu yol yordam denilen şey de pazarda satılmıyor ki bu yaştan sonra edineyim kardeşim ya... Ya ne zor insan olmak bazen ya. Tam işleri yoluna koydum galiba diyorsun içinden, sonra pırt işte 20 yıl önceki bir anı ile baş başa kalıyorsun aniden...

Amaan 7si 70şi fark yapmıyor, aynı tas aynı hamam yaşayıp gidiyorsun
...