13 Eylül 2010 Pazartesi

NAAPİRSİİZ?

Arkamda, Kaya için aldığım ve sadece kendim için kullandığım kahve makinesi çalışıyor. İşlemi bitmek üzere olduğu için yazdığıma konsantre olamıyorum. Tabi hatalı yazdığımda hemen sildiğimden siz bunu göremiyorsunuz.

ecenin üçü. ya da gecenin... bunu düzeltmedim mesela:)

Önce Neşeli Günler'i izledim. Yılmaz Erdoğanınkini. Adı bi tuhaf kaçmış, ama on dakika düşündükten sonra başka da bir isim bulamadım filme. Ütü yapıyordum izlerken, diyalogların yarısı buhar sesine karıştı. Duyduklarım da çok matah değildi. Daha doğrusu, sanırım filmi izlemekten çok, filmin galasından çıkan bir ünlü olsaydım dürüst mü olurdum yoksa 'şahhane olmuş, çok çok beğendim. Yılmazın ellerine, yüreğine sağlık' mı derdim, onu düşündüm. Bilgisayara kayıtlı bir filmi daha izleyip silmekti amacım, yok yok, en doğrusu ütü yaparken canımın skılmamasıydı. Böyle bir filme koca paragrafı ayırdım işte, daha noolsun...

Sonra kesmedi tabi, Bride War (ismi hiç bu gibi gelmiyor amma..) diye bir film izledim. Biraz önce bitti. Şu günlerde yaptığım anlamsız bir çok şeyden biriydi. Hollywood, sarışın ve esmer iki kız, evlilik, rekabet. Benden daha uzak bir konu olamazdı.

Hiç bir şey yapmıyorum aslına bakılırsa. Ve hiç bir şey yapmadan felaket yoruluyorum. Misafir ağırladım bolca. Yazmadığım süre boyunca en çok yaptığım şey bu oldu. Daha öncekileri saymıyorum, çünkü birlikte yaptığımız şeylerdi onlar, ama bayramın birinci akşamı sürpriz bir şekilde İbo ve Adnan geldiler. Bahçede oturduk güzel güzel. Şarap içtik, semizotu salatası, sarma yedik, Adnan konuştu biz dinledik... Serzenişle söylemiyorum bunu, çünkü sarhoştum, karşıma bir Meksikalı oturtsanız seve seve dinlerdim onu da.

İkinci akşam Çitimler geldi. Ben Çitimi severim, kendiyle barışık, sakin, huzurlu bir kızdır. Ve sevebileceği herşeyi sever. Ona, günlerdir dilimde olan sarmamdan yedirecektim, çeviri arası sardığım yaprak sarmamdan. Fakat ben mutfakta, o ise dışarıda, mutfak penceresinden bana bakarken, içi sarma dolu cam kap sen yere düş, kırıl! Pirincinden bile tadamadı. Tek bayram hazırlığım da cam kırıklarıyla çöpü boyladı.

Ve tabi ki, ertesi gün gelen 4 ayrı misafire hazır börek ve mekik sundum. Bir de yoğurtlu havuç salatası, semizotu salatası, meyve, çerez, çay, bira. Patlıcan yemeğim de vardı ama kimse bayram gezmesinde yemek istemedi...

Referandum sonuçları beni üzmedi bu kez. İçim acayip rahat. Bu millet bunu istiyorsa ben naapiyim... Ayrıca oy verdiğimiz okulun girişindeki CHP teyzeleri de beni öldürdü. Yıllardır oy verdiğim CHP'nin aslında ne kadar faşist teyze barındırdığını, kendilerinden olmayanı nasıl aşağıladıklarını filan düşündüm. Hepsinin saçı aynı fönden, gözlerinde gözlük, döpyesli, illa ki kilolu, kötü bir resim sergisinde, tıpkı Yılmaz Erdoğan filminden çıkmış ünlüler gibi 'ay şekerim çok beğendim'ler, 'yüreğine sağlık'lar, yağ yağ yapmacık tavırlar... Elbette ki AKP aklını çeler bu milletin, ne olacaktı sanıyorduk ki...

İstanbula gittim bir de bu arada. Topkapıya götürdüm çocuklarımı. Çıkışta sordum: - Hz. Muhammed kimmiş? - Padişah. - İstanbulu kim fethetmiş? - Ahmet? -?? - Mehmet? - Hangi Mehmet? - Büyük Mehmet? - Off... Elbette ki böyle olması lazım. Çocuk dediğin güldürür işte...

Sonra İbo ile birlikte Pera Müzesine gittik. Göya kendim için istemiştim, ama çocuklar daha çok sevdi. Japon Sergisi vardı. Ressamı, mangacısı, sanatçısı, teknoloji firmaları (sadece wii'ciler). Çıkışta yetmedi bir sergi daha gezdik; ışık filan falan sergisi. Ya sanatçılar gerizekalı ya da ben. Bana sanat diye yutturmaya çalıştıkları şey sadece çocukları eğlendirdi. Bir de 'bu eserinde sanatçımız, hayatın akışının kendi ellerimizde olduğunu anlatıyor' saçmalıkları. O sergiyi gezen biri olarak bu yaşımda daha bunu öğrenemediysem zaten versinler beni ellere.

Bir de Polonezköye gittik, ne güzeldi... Annemin arkadaşları Betül ve Zeynep Teyzeleri de gördüm. Annemi çekiştirdik biraz, İzmire taşındı diye. Sonra İbo ve bir arkadaşı ile Karga Bara gittik bir akşam. Dolmabahçenin bir kısmını gezdik çocuklarımla. Yeniköyde bir çay bahçesinde arkadaşım Betül ile bir sürü saat geçirdik. Kardeşimin evinde iki gün kaldık. Hatta bir akşamı karşı apartmandaki sevgilileri dikizle geçirdik. Florya sahilinde yürüyüş yaptık, Yeşilköyde dondurma yedik. Velhasıl, yapmak istediğim bir sürü şeyi yaptım İstanbulda. Ve ilk kez annemler İzmire taşındı diye çok, çok hayıflandım. İstanbulu sevdim bu kez. Eski evimizin önünden geçerken boğazım düğümlendi, ki ne kadar nadir olur bu bana bilemezsiniz. Sadece o ev, sadece İstanbul değil, o evde geçirilen zamanlar, çocuklarımın küçüklük halleri, onları oyalamak için gezdirdiğim parklar, Migros, Carrefour, annemle o evde geçirdiğimiz günler, çocukları nihayet bir saatliğine olsun anneme bırakıp dinlendiğim için yaşadığım sevinç, Çağlanın halıya çiş yapması, kardeşlerimin Almanyadan gelmeleri, Sinanın tedi tedi diye kedi peşinde koşması, Kayanın sürpriz yapıp sabahın köründe İstanbula gelmeleri, İbo ile çay bahçesinde buluşmalar, hepsi hepsi gözümün önünden geçti şöyle bir... O zamanları çok özledim. Neden bilmiyorum. Şimdi çok daha iyi haldeyiz ama o zamanlar çok başkaydı. Çok iç içeydik; çocuklarım, annem-babam, kardeşlerim, kocam ve ben... Bizim bir dünyamız vardı, hala var olan dünyamızdan bambaşka.

Belki de birkaç yıl sonra bu günlerimi özleyeceğim, ne de olsa adım Özlem. Hep özlemekle geçiyor ömrüm. Yaşarken farkında değilim, ama gece olunca, yalnız kalınca, sessizlikte, aklıma gelen hep geçmiş.. Geri dön deseler dönmem, hatırlama deseler yapamam. Bana bu ismi veren teyzem, sana sesleniyorum: ne kastın vardı şekerim?

Bu blog kadar karışık ve saçma bir blogum olmamıştı galiba. Aklıma ne geldiyse yazdım, bakın konu nereden nereye geldi...

hadi hayırlı günner hepinize. daha güzellerini yazarım söz.

1 yorum:

Nazlila dedi ki...

ah bir de ben yazabilsem blog.. yazacak cok sey birikti ama yazabilecek kapasitede yetenek henüz gelismedi, hele de ara verince hepten karisti sistem.. nerden nasil basliyacagimi bilmiyorum bile..neyse elbet yakin bir zamanda yazicam yeniden..

70-75 yillari arasinda dogan kiz cocuklarinin büyük bir yüzdesi özlem isminde, yani popülermis demek ki.. Bir de ilginc olan ilk cocuklarin ismi genelde özlem, sanki cocuklari olmayan ve uzun yillar bekleyen ciftler kavustuklari ilk cocukta anlam ve öneme uygun olsun diye özlem ismini vermisler gibi ama alakasi da yok cogunun, mesela benim ablami yillarca beklememisler ki, dakika 1 gol 1.. :))) ezgisi güzel bir isim ama..