23 Haziran 2008 Pazartesi

Uzun, çook uzun bir aradan sonra tekrar merhaba sevgili okuyucular! Bu süre içinde neler yaşadım neler, nereleri gezdim nereleri, nasıl güldüm nasıl bilemezsiniz sayın okuyucular. Bir şehir, iki sınav, 25 semt, iki uçak yolculuğu, binbir adet rüya, sayısız hem de ne sayısız çay geçti başımdan. Hepsini bile isteye, seve seve yaptım. İkinci sınavımdaki esnemeler ve kendini Bayan Rottenmayer sanan sınav sorumlusu dışında gayet de iyi vakit geçirdim (neyse bakın dil sınavımın kötü geçmesinin müsebbinini de buluverdim arada).

Öncelikle çocuklarımın doğuştan "uçaktan korkmayan" cinsten oldukları ile başlayayım lafıma. Kızılderili memleketinde olması gerekirken Anadolunun rotasına konuluveren Esenboğa havalanında beklediğimiz 2 saat boyunca her 3 dakikada bir "bizim uçak nerede, ne zaman gelecek, biz geldik o neden gelmiyor" tarzı sorulara maruz kalmak bile bendeniz ödlek tavuğun içindeki uçma korkusunu gideremedi belirteyim. Hatta uçağa binip kalkış iznini beklememiz, havalanacağımız piste yavaş yavaş gitmemiz ve hosteslerin anons eşliğinde aerobik yapmaları sırasında heyecanımın tavan yaptığını, havalanma sırasında "durdurun uçağı inecek vaar" dememek için kendimi zor tuttuğumu, çocuklar kahkahalar atarken içimden bildiğim tek duayı sonsuz kez tekrarladığımı da eklemeliyim. 9 yıl sonra uçağa binmem bana tek bir şey kazandırdı diyebilirim: bunca yıl içimde sakladığım fobimi gün yüzüne çıkarabildim. Mutluyum gururluyum, ama her hangi bir şeye karşı fobik bir duygu beslenmesine de oldum olası kılım. Bu ikilemden çıkarsam eğer, sizi haberdar ederim.

İzmir, annemlerin memleketi. Doğma büyüme oralılar. Önce Bayraklı, sonra Karşıyaka vapur iskelesi civarı... Çocukluğumun bütün yazları İzmir tatili ile geçerdi. Adanada oturduğumuz yer (Botaş) başlı başına bir tatil yöresi kıvamında olduğundan, bizim için tatilin anlamı hep denize girilmeyi bırakın, sıcaktan evden bile çıkılmayan İzmir olmuştur. Karşıyakada, barlar sokağında bir apartmanın en üst katında mukim anneanneme gitmekten fena halde zevk alırdım. Komşu oğlu apartman çocuklarının ilk örneklerinden Volkanla birbirimize balkondan balkona fındık fıstık atmak suretiyle iyi anlaşırdık. Teyzelerim, kuzenlerim, anneannemin Libya göçmeni can dostu Emine abla, cici annem Neval teyze, ailenin 6. kızı sayılan Jale abla, hepsi hepsi çocukluğumun en huzur verici kahramalarıydı. Çünkü hayat onlar için her zaman laylaylom geçmese dahi, ve hatta çoğunlukla problemlerin arasında kaybolmuş olsalar da, benim anneanne evinde her daim hatırladığım tek şey kahkahaydı. İzmir demek neşe demek, gülmek demek, hayatla dalga geçmek demekti.

Bu gidişimde, yıllardan sonra ilk kez İzmiri tek başıma gezme fırsatım oldu. Anne, baba, çocuk, arkadaş olmaksızın demek istiyorum. Çok güzel bir deneyimdi. Hem kısmen bekarlığımı yaşadım, hem de uzun zamandır yapmam gerektiği gibi bastığım yerlerde geçmişimden izler aradım. Saat meydanında (öyle mi diyorlar ki oraya?) 2 yaşında anneannemin elini tutmuş kuşlara yem verirken bir fotomuz var mesela. Ya da Kemer altına her gidişimizde çay içmeden dönmediğimiz bir avlu (bulana kadar canım çıktı çünkü adını bilmiyordum, hani çaycılar var, ağaç var, kuşlar filan da var, her gelen oturup çay içip dinlenir, güzel bir yer diye tarif edince kimse bir şey anlamıyor:)). Karşıyakada gezinirken, annemlerin bizi habire faytona bindirdiğini hatırladım. O zamanlar ucuz muydu da bindiriyorlardı, yoksa annemlerin bizden habersiz bir hazineleri mi vardı bilmiyorum ama mütemadiyen fayton gezisine çıktığımızı anımsadım. Annemlerin düğünlerinin yapıldığı yer, Karşıyaka çarşısı, Alsancak sahili, hepsi oldukça değişmiş açıkçası. Fakat değişmeyen tek şey var, ki kötü de olsa sanırım çok alıştım ve istemem değişsin, İzmiri saran o lağım kokusu... Taa 6-7 yaşlarındaydım teyzem "seneye geldiğinizde kalmayacakmış bu koku merak etme" demişti. Hehe, yorum sizin...

İzmir muhabbetini uzatmışım gibi geliyor, aslında daha başka şeyler de yaptım şu hayatta ben. Mesela üniversite sınavına girdim, yaşıma ve göz kenarı kırışıklıklarıma bakmaksızın. İlk sınavım bence başarılı idi, çünkü ne türkçeye ne de sosyale (aslında genel olarak hiç ama hiç bir şeye) çalışmaksızın girmeme rağmen tahminimin üstünde doğru yaptım. E güzel, aferin bana. Öyle emin oldum ki kendimden, heh heeeyt şimdi bir de dilde göreyim koçum seni, dereceye gir de başın göğe ersin diye diye King Kong gibi göğsüme vura vura girdiğim dil sınavında fena çuvallayarak başım önümde, sinirden ne yaptığını bilmez halde çıktım. Yani anne baba gibi bir hesap soranım olsaymış yanmıştım vallahi. Yahu Özlemcim, sen "ne iş yaparsın şeker" sorularına neden çevirmenim diyorsun? Bunca çeviriye, bunca ofis işine, cnbc-e'ye, zarta zurta rağmen, nasıl oluyor da 15 yıl önce girdiğin sınavdan daha düşük net çıkarabiliyorsun? Deli misin? Hiç bir şey anlamadım. Üstelik gelen geçen herkes, beni çileden çıkartacak şekilde soruların kolay olduğunu söylüyor. Hem kendimden öyle de eminim ki, bugün soruların cevaplarına bakarken gazetenin yanlış cevap verdiğini düşünürken buldum bir ara kendimi. Soyadım her şeyi açıklıyor aslında: bazen uzaydan gelmişim gibi hissediyorum...

Bu arada, İzmir hakkaten de geçmişimde güzelmiş. İnsanlarını sevmedim, sevemedim... Öğrenciyken İzmirli bir ev arkadaşım olmuştu. Her zaman bana biraz tuhaf gelirdi, çok rahat, vurdumduymaz, duygusuz. Ama ona has sanırdım bu özellikleri. İzmirde tek başıma gezinir ve ona buna yol sorarken birden geldi aklıma, insan yetiştiği topraktan istese de kopamıyor, Ankaraya da gitse, Antartikaya da, İzmirlilik hep baki sanırım...

2 yorum:

Pinar dedi ki...

Konusma angaralııııııııı.....Angaralı oldun işte.Budur bu kadardır hıh :)

Adsız dedi ki...

izmirim geldiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii
izmiiiiirrrrrrrrrrrrrrr...

gülru