11 Temmuz 2010 Pazar

HAYALLERİM, BEBELERİM VE İKİ PARK

Bugün öğle ve akşam yemeklerinde: zeytinyağlı taze fasulye, makarna ve cacık...

Bir zamanlar böyle güzide kelimelerle açıyordum blogumu. Ne yemek yapmaktan vazgeçtim ne de blog yazmaktan. Ama bir zaman sonra yediğim içtiğim benim olsun dedim sanırım, neyime yarayacaksa.

Bu sabah, saate bakınca oha lan diyecek kadar geç uyandım; 11:30'da. Akrep ve yelkovanın pis pis sırıtmasını boşverin, sanki hiç uyumamışım gibi sürüne sürüne kalkmıştım oysa. Hemencecik, odalarında tuhaf ve gürültülü bir oyun oynayan bebelerime kahvaltı hazırlamaya giriştim. Peynir, reçel, zeytin ve meyveden oluşan dünyanın en basit kahvaltısını hazırlamam bile 1 saatimi aldı. Sonra, taze ekmek alıp geliim diyerek gazeteleri de alıverdim bakkaldan. Sohbet ede ede, gazete okuya okuya kahvaltıyı bitirdik.

Bizimkilere, afedersiniz kolum kadar tatil ödevi vermiş öğretmenleri. Ve bugüne dek bitirdikleri ödev başparmağımın tırnağını anca geçti diyebilirim. O yüzden, her gün değişen kurallarıma göre bugün kahvaltı sonrası 1 saat ödev yapmak vardı. Kalemlerini kitaplarını alıp balkonda paşa paşa çalıştılar. Ben de evi toparladım. Yarappim, herşey ne de düzenli işliyordu bugün...

Çocuklarla (aslında sadece Sinanla), kimi zaman arkadaşlarımın da şahit olduğu bir popo yarışımız var; playstation. Yarışın konusu en çok kim oynayacak değil ne yazık ki; konu, Sinanın ne kadar oynayacağı. Diğer mesut yuvalarda işler nasıl gelişiyor bilmiyorum ama bizde tatil başladığından beri, iki günde bir, işte 1-2 saat oynaması üzerine, aslında pek de düzensiz bir düzen söz konusu. Bana kalsa onu bile çok göreceğim, ama ne yapayım, her Allahın günü gazetede, radyoda, olmadı internet denilen bu deryada bangır bangır beynimi deliyorlar televizyon, bilgisayar oyunu, zart ve zurt çocuklara zararlı diye. Hani evinize teknolojiyi getirin, kurun, oynayın gülün eğlenin, ammmaaa iş çocuklara gelince gösterip de vermeyin diyorlar resmen. Çocuklarıma lolo yapmak haksızlık gibi geliyor, oynasın sabiler, ne olacak diyorum. Sonra, laan ya mel mel bakan bebelerim olursa ileride diye endişe ediyorum, genetiğe, diğer zamanlarda oynadıkları oyunlara, zekalarına, ve yanı başında parkı olan şirin bahçeli evimize haksızlık ederek (son örnekten kastım, parka da gidiyorlar, bahçeye de çıkıyorlar, daha ne istiyorsun bre kadın)...

Oyun faslına ara verip bi sinema yapıp geldik bu arada. Kentpark diye bir yer açılmış, açılmış da haberimiz yok. Orası, benim Eryaman tarafına giderken yol üzerinde inşaatını gördüğüm bir şantiyeydi sadece. Meğer ki bir şantiye neler doğurabilirmiş. İçeri girince kendimi ilk kez küçük hissettim. Küçük, noktacık, böyük şehirin böyük imkanlarında bihaber... Biz bir girişten girdik, ama sanırım 35 tane daha girişi var bu yerin. Yürümeye başladık ama, git git bitmiyor, sonu gelmiyor. Eh, bari merdivene binelim, yukarı çıkalım dedim, yukarı ilerledikçe gözlerim fal taşı gibi açılmaya başladı. Bu park, bizim evin yanındaki park gibi değilmiş anacım; bu park, artık insanların yeni yaşam alanı olacak merkezlerin ilkiymiş. Bir yerlerde okumuştum, çok çok ileride, alışveriş merkezleri gerçek havanın, gökyüzünün, sokakların, mahallelerin yerini alacakmış. Alışveriş merkezi niyetine gözlerini Beğendikle açan bir Ankaralı olarak, he, tabi tabi demiştim okuyunca, bugün o gözler yuvalarından fırlayacaktı neredeyse.

Neyse, sinemaya girdik, sinema da bize girdi (47,5 tuttu be). Hiç gereği yokken 3 boyutlu yapılmış, ve gözlükler acıttığı için sürekli küfrettiğim bir film olmuş Oyuncak Hikayesi. Hikaye güzel, oyuncaklar zati güzel, ama moda diye de her film 3 boyutlu yapılmaz ki... Zaten Kızılırmakta oynasaydı direk oraya götürecektim; Shrek'i mesela, boyutsuz moyutsuz ne güzel izlemiştik oysa.

Eve dönünce bir 45 dk daha oyun, bilgisayarla geçti. Sonra dedim hadi kalkın gari, parka gidiyoruz. Bizimkiler parkı seviyor aslında. Aslında kelimesi fazla gelmesin, geçende ceza niyetine göndermiştim de, arabadan birşey almak için parkın oradan geçerken Çağla, anne yeteri kadar kaldık mı, şimdi eve dönebilir miyiz, demişti (insan kendini az tuhaf hissediyor doğrusu). Tam 1,5 saat kaldık, yanıma aldığım çay ve gazeteler bitti, ama çocuklar yeni arkadaşlar edinmiş olarak döndüler.

Akşam, ucuzcu bir kitapçıdan aldığım, imla hataları ile dolu Japon Masalları kitabından bir masal okudum onlara. Dünyanın en saçma masalıydı diyebilirim. Daha da okumam...

Bugünün hayali: ailenin her bireyine bisiklet almak, dağda bayırda piknikte çayırda süremek de sürmek (Kentparktaki bir spor mağazasını gezdikten sonra). Tam da, bisiklet sürmek için bisikleti araba ile biryerlere taşımak gerek, hem nereye hem nasıl acep diye düşünüyordum ki, eve dönüşte bir adamı arabasındaki bisikleti sökerken gördüm. Üstüne gazetede bisiklet sürerken alınacak önlemler gibi bir yazı okudum. Ne demiş Coelho, evren sana mesaj gönderir bebem, meraklanma. Amma bu mesajda 4 bisikleti bir arabaya nasıl sığdıracağımı, onu bırak Ankara gibi bir yerde nasıl ve nerede bisiklet süreceğimi de söylecek mi, onu bilemedim işte...

1 yorum:

evilstrawberry dedi ki...

yav bosver bilgisayar oyunu asil insanin zihnini aciyo yav, bak bas mesela tum cocuklugu bilgisayar oyunuyla gecmis, ben bestas oynarken adamin en alasindan atarisi olmus yav(bu yuzden cok kufrediom aslinda ama neyse).ama spor olaylarinda da acaip aktif. oynasin sinan playstation. ama bence nintendo al asil nintendoda var ne varsa.
ya bi de bisiklet konusunda delta bisiklet die bi yer vardi, ben ankaradayken bunlarin mail listine uye olmustum, onlar bole toplasip falan geziolar bisiler yapiolar ilgilenirsen.