29 Nisan 2011 Cuma

BALZAC PİYANO ÇALSA




Dikkat! Biraz önce bir romantik komedi izlemiş bulunmaktayım, zehirlendim. Yazım fena halde çeviri kokabilir, diyeceğim o.

Pekala, bir düşünelim (bakın, oluyor di mi?)...

Kızım bir arkadaşında. Kocam bir barda. oğlum kanepede uyumakta. Ben de işte böyle panzehirimi burada bulacakmışım gibi saldım kendimi internete... Çayım da ısınmak üzere. Ve en ufak bir utanç duymaksızın ekleyeyim: tavada tostum pişiyor.

Bugün Sinan piyano öğretmenine postayı koydu. Bugüne dek piyano dersi ile ilgili hiç bir sızlanması olmadığından hem ben hem de Dilek ağzımız açık kalakaldık. Ettiği laflara Dilek bozulurken ben olmayan bıyığım altından güldüm. Çünkü çok komikti. Sanki yakasından tutup zorla ders aldırıyormuşuz gibi ha babam de babam söylendi ikimize de. Oysa ki kendisi oğlum olduğundan ve sırf bu yüzden bazen ne denli psikopat olabildiğini bildiğimden daha önceden 500 kez sordum, devam etmek istiyor mu diye. Her seferinde ayrı bir kararlılıkla ve sanki hakaret ediyormuşum gibi tabi ki'leri aldım cevaben. Oysa ne zalım bir anaymışım... Ne eziyetler çektiriyormuşum... Yarım saatlik ders bile 2 saat gibi geçiyormuş, hani istemediğimiz birşey yaptığımızda zaman geçmezmiş ya... Ayrıca çok zorluyormuş Dilek Abla, daha önce çaldıklarından daha zor parçaları çalıştırıyormuş... Ben onun yaşında öğrenmeye kalksam ne kadar zorlanırmışım... Piyanonun faydalarına ihtiyacı yokmuş, o zaten doğuştan matematik zekasına sahipmiş...

Ne kadar dil döktüysek, zorluklarla, başarmayla, baskıyla, çalışmayla, çalışmanın önemiyle ilgili ne kadar laf ettiysek her birine cevap buldu. Dilek, eminim ki çok sinirlendi, ve büyük ihtimal benim çocukları aşırı şımartan bir anne olduğumu düşündü. Oysa ki ben, bugünkü küstahlığını bir kenara bırakırsak, çocuklar üzerinde kimi konularda çok baskı yaptığımı düşünüyorum. Yani konu az ama o konular üzerindeki baskı çok... Vallaha zor zanaat şu ebeveynlik...

Okuduğum kitabı arabada unuttuğum için dün gece yeni bir kitap seçtim kitaplıktan: Genç Werther'in Acıları. Alayım bakayım, neymiş bu gencin derdi dedim. İlk birkaç sayfasındayım, mektuplardan üçünü okudum yalnızca. Diyorlar ki, gençken okumak tehlikeliymiş bu kitabı, mazallah intihar neyin edermişiz. Bende şimdilik çok farklı birşeyi hatırlattı. Eskiden, lise yıllarımda yani, acayip duygusal mektuplar yazardım; Seda'ya, Elif'e, Mehmet'e filan. Bir de elimden düşürmediğim bir günlüğüm vardı, o da aynı; duygusal, saf, edebi olması için uğraşılan... Bazen elime geliyor günlüklerden biri, yani kendimi bu kadar sevmesem tiskineceğim neredeyse. Ne kadar budalaymışım, gözlerim amma körmüş. Ay bir de nasıl parçalamışım kendimi edebi olacağım diye... Dün akşam Werther ve acılarını okurken birden dank etti kafama; o dönem, yani lisede ben tam bir Balzac hayranıydım. Okul kütüphanesine gider, bir Balzac bırakır diğerini alırdım. Balzac her ne kadar betimlemeleriyle meşhur olsa da, ben o dönem duygusallığa meylimi, edebi olacağım diye popomu yırtmamı ona borçluymuşum sanırım. Çünkü İki Genç Gelinin Anılarını da o yazmıştır, Otuz Yaşındaki Kadını da. Aslında sadece o değil, MEB Yayınlarından çıkmış ne varsa okurdum. Haydarpaşa Lisesinin kütüphanesinde de onlardan bol birşey yoktu. Ankaraya gelip de sırf MEB satan mağazayı gördüğümde altın bulmuş gibi sevinmiştim (var mı ki hala orası?).

Her neyse, sonra hayatıma üniversite girdi. Ve daha sonra iş, evlilik, çocuk... Geldiğim noktada da Balzac'ın roman karakterleri gibi olmak out, gerçek dünyayı yaşamak in.

Lan bir türlü konu bütünlüğü olan yazılar yazamıyorum, daldan dala bile değil, ağaçtan ağaca zıplayan maymuna döndüm ay...

Hiç yorum yok: